“Ben genellikle zamanla bir öyküye ya da şiire dönüşen; gözüme çarpan bir biçimden, bir çeşit ıssız adadan yola çıkarım. Bu yolun sonunu da başlangıcını da görürüm, ama arada ne olduğunu göremem.”

Şiir dili, çok dillilikte derinleşir!

KORAY FEYİZ

Bizim gibi sosyal hareketliliğin çok fazla olduğu ülkelerde hızlı nüfus artışı ve küresel teknoloji, şiirin çehresini inanılmaz bir hızla değiştiriyor. Hatta bu değişimin, ciddi bir kimlik bunalımına yol açtığı söylenebilir. Bu değişmenin en sarsıcı sonuçlarından biri, insanların hatıralarındaki şiiri kaybetmeleri, şiirle ilgili hatıraları olmayanların da hatıra edinememeleridir.

Yazma ve iletişim sağlama gereksiniminin doğal bir sonucu olan kelimeler, çokdilli şiirin yaşama çevresi, insanlar ve şiir arasındaki ilişkilerin kurulması yolundaki gelişmenin ilk evresidir. Ama elbette çokdilli şiiri, şiir yapan sadece kelimeler değildir. Şiir dili, canlı ve gelişmekte olduğu sürece katmanlaşma ve dolayısıyla çokdillilikte derinleşir.


Şiirlerini dilimize çevirdiğim ve ilgilendiğim şairler içinde çokdilli şiirle, çokdilli şiirin meseleleriyle ciddi bir şekilde uğraşan bir şair var: J.L.Borges… Sonsuz Gül adlı kitabının (Toplu Eserleri 8, İletişim Yayınları 769, Çağdaş Dünya Edebiyatı 166, 3. baskı, 2006, İstanbul, İspanyolcadan çevirenler: Ayşe Nihal Akbulut, Cevat Çapan) önsözünde şöyle yazmış. “Ben genellikle zamanla bir öyküye ya da şiire dönüşen; gözüme çarpan bir biçimden, bir çeşit ıssız adadan yola çıkarım. Bu yolun sonunu da başlangıcını da görürüm, ama arada ne olduğunu göremem. Eğer yıldızlar ya da talihim elverişliyse aradakiler de yavaş yavaş ortaya çıkar. Çoğu zaman gölgelere bakarak attığım adımların izinden geri dönerim.” Tabii… J. L. Borges ilginç bir adam. Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmek lâzım hiç değilse. Hayatın maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji: Aptalların tarihi. Sahip olduğumuz dil, hayatımızı şekillendiren düşünce, yaşadığımız şehir, bir insanı tanımaya yetiyor mu ki? Kitap okumak için odanın ortasına masayı yerleştiren, üstüne çıkıp lâmbanın altında dünyasını aydınlatan bir entelektüelin ıstıraplarını hissedecek hayatı kim yaşıyor? Nihayetinde insanız, sahip olduklarımızın kıymetini bilmek için onları kaybetmemiz adeta bir zorunluluk.

Borges’in kafasındaki model

J. L. Borges’in kafasında şöyle bir model var: Demek istiyor ki; “Mühendisler bilhassa fiziği kullanarak birçok sorunu çözüyorlar. Ama dil bilimciler de öyle bir dil bilim yapmalıdırlar ki o bilim de dil problemlerini çözsün”. Bir nevi, mühendislik düşüncesini dil alanına taşıyor. Bütün bu gelişmeler içinde ortaya çıkan oluşumları yalnız ütopyalarla anlamak mümkün değil, 1848’lerde, biliyorsunuz, Avrupa’da işçi sınıfının büyük bir devrimi oluyor. Marx, Komünist Manifesto… Bir çeşit siyasal hareketle beraber hem bir ütopya hem de bir eleştiri geliyor. Bu ikisinin oluşumu içinde bir ‘dil’ gelişiyor. Bu, 1950’lerde ve 1960’larda hâkim olan, biraz mühendislik hünerleriyle hemhal olan bir kurgulama biçimi. Ama 1980’ler sonrasının dünyasında, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçmeye başlanınca, fordist üretimden esnek üretime, modernizmden postmodernizme doğru, ulus-devletler dünyasından küresel bir dünyaya doğru yol almaya başlanınca, çokdilli şiirin anlamı da değişmeye başlıyor.

Yalnızlığı ve yabancılığın nedeni...

Çokdilli şiir elbette sadece kelimelerden ibaret değildir; insanların ve toplumların öncelikleri ve tercihleri vardır. Bu tercihler şiire farklı özellikler kazandırır. Toplumun değer yargıları, tercihleri, hayalleri, özlemleri hesaba katılmadan inşa edilen yani içinde yaşayanların oluşumuna hemen hiç katkıda bulunmadığı modernist şiirlerde gördüğümüz ‘yalnızlığın’ ve ‘yabancılığın’ sebebini burada aramak gerekir. Şiir hayatı oluştururken, temel değerler, temel parametreler olarak neyi koymamız lâzım? Önce şu soruya yanıt vermek gerekir: Nedir çokdilli şiir? Bence, zekâsıyla diğer bütün canlılardan ayrılan insanın, doğaya bağımlılıktan kurtulmak için kendine açtığı özgürlük alanı ve doğaya ilavelerde bulunmak için gerçekleştirdiği yaratıcı faaliyetlerin bütünü… Daha özlü bir biçimde söylemek gerekirse, çokdilli şiir bir medeniyettir.

Biz muazzam bir şiir mirasının üzerinde oturan ve bu şiir mirasını geleceğe taşımakta zorlanan, bu şiir mirasının büyüklüğüne nispetle küçük ve fakir bir ülke; ruhunu ve içinde geldiği medeniyetin şifrelerini unutmuş, anahtarlarını kaybetmiş bir toplumuz. Bazen yapmaya çalışırken yıktığımızı, düzeltmeye çalışırken bozduğumuzu söylersem ne demek istediğimi daha iyi anlatmış olurum. Bugün baktığımız zaman, geleneksel şiirden modern şiire doğru bir dönüşüm içinde olduğumuz görülüyor. Ancak, modern şiirin ‘yalnızlık’ ve ‘yabancılık’ politikalarının insanları tek tipleştirici hale getirdiğini de söylemek zorundayım.

Postmodernist şiir ne vaat ediyor?

Bilindiği gibi modernist şiir anlayışı birçok açıdan eleştirilere uğradı. Bu şiir anlayışını eleştiren edebiyat kuramcıları; bu şiir anlayışının, insanların tercihlerini dikkate almayan otoriter bir yön barındırdığını, anti-sosyal bir davranış geleneği getirdiğini, insanlara sağlıklı bir yaşam sağladığını fakat onları yeteri kadar mutlu edemediğini ifade ediyorlar. Şimdi gelinen noktada ise postmodernist şiir anlayışları tartışılıyor. Postmodernist bir şiir bize ne vaat ediyor? Şöyle bir tuzak var bu soruda, o tuzak şu: Temelde modernizmin bir tuzağı var. Modernitenin kavramları ikili karşıtlıklar, “binary opposition” halindedir. Modern şiir varsa onun karşıtı bir postmodern şiir de vardır. Postmodern şiir, modernitenin içinden doğacak bir süreç içinde oluşacak…

Şimdi bu dil’in gelişmesi sırasında -bu tartışmalarımızın, bizi 21. yüzyılın sonlarına getirdiğini düşünelim- bu dönemde ‘Çokdilli Şiir’ akımı gibi akımlar ortaya çıkıyor. Burada yine bir parantez açayım: Dünyada ve Türkiye’de aslında dilbiliminin gelişmesi, pratikte 1900’ler zamanında. Bu da daha çok Batı’da şiiri, zekânın bir işlevi saymak ile ilgilidir; daha çok şiirin bir uzlaşma olduğu görüşüdür. Ama ‘çokdilli şiir’ kavramı ortaya çıktığı zaman hemen karşımıza şu geliyor: Bir anlamda, bir nesne gibi kurgulanan bir şiir. Buna J.L.Borges’ten vereceğim birkaç örnek var:

“Gün doğmadan önce atın,
parçalasın onu kurtlar;
En kestirme yol kılıç.”
(s:27-Nortumbria,İ.Ö.,900)

“Gram, Durendal, Joyeuse, Excalibur.
Eskilerden kalma savaşları
Tek belleğimiz olan şiirlerde kol geziyor.
Evren bir kuzeye bir güneye saçıyor onları.
Bugün artık toprak ve bir hiç olmuş erkek elinin
Ustalığı çekişmektedir kılıçta;
Demirde ya da tunçta,o ilk gün
Ademin kanı olan şu kılıç yarası.”
(s:23-Kılıçlar)

“O kafatası,o gizli yürek,kanın
Hiç görmediğim o yolları,
Düşlerin o yeraltı dehlizleri, o Protheus”
(s:13-Ben)

“Kötü ruhları ve ölüleri didikleyen
Kurtçukları işaret eden gecede
Kehanetlerin boşuna karargah kurmuş
Yıldızların tuttuğu açık alanlarda.
Alacakaranlıkta boynu vurulmuş boğanın”
(s:32-Bir Sezar’a)

“Ben körüm, bir şey de bilmiyorum. Ama
Gidilecek daha çok yol olduğunu ve her şeyin
Eşyanın sonsuzluğu olduğunu görüyorum. Sen
Müziksin, ırmaklar, gökler, saraylar, meleklersin,
Ey sınırsız,gizdeş sonsuz gül,sonunda
Tanrının benim ölü gözlerime göstereceği”
(s:55-The unending rose)