Renk ustasıydı Karaca. Onun resmini biçimlendiren en temel unsurdu renkçilik. Canlı renklerle, binbir çeşitliliği içinde, yeni görme biçimleriyle yeniden yorumladı Çukurova’yı.

Şiir yüklü yeryüzü notları

İBRAHİM KARAOĞLU

Güneş en çok Akdenizlidir. En güzel Akdeniz’de güler ve orada sevdalıdır doğaya. Gökyüzünün sonsuz döngüsünde, en unutmadığı yere; Akdeniz’e döker ışığının dalga boyalarından en saf renklerini. Onun için hiç eskimez Akdeniz’de renkler. Yeryüzünün en güzel çiçekleri, otları, bitkileri de Akdenizli değil midir zaten? Akdeniz’in gizini, hüznünü, gülüşünü örtünüp, binlerce yıldır bereket yaratan en eski mekânıdır Çukurova. Gecesinde yıldızların düğünü vardır; gökyüzünde, gündüzünde renklerin şöleni vardır yerde. Hem coşkulu, hem de sancılıdır Çukurova’da yaşam. O coşku, o sancı, o binlerce yıllık hüzün nice sanatçı yaratmıştır ovada.

Duran Karaca. Ressam. Sesini Çukurova’da bulmuş. Orada tanımış renkleri. O gizemli ovanın koynunda büyümüş. Yüreği Klikya kadar geniş. İç denizi dalgalı. Yörük bir Akdenizliydi. İlk resimlerinde Akdeniz’de durmuştur zaman. O, büyük saatinin zembereğini Çukurova’da kurmuştur. Çocukluğudur, yüküdür Çukurova; nereye giderse gitsin, taşımıştır onu düşlerinde, belleğinde.

Yörük kilimlerindeki renkli yün ipliklerin, çözgülerden geçerek oluşturduğu örgelerin dokusal varsıllığının yarattığı şiirsellik, derin izler oluşturmuştur bilinçaltında. Daha yıldızların ışıltısı sönmeden türkü söyleyerek uyanan doğanın, yaz kış güneşle yıkanan şiir yüklü görüntüleri, ilk esin kaynağı olmuş.

Doğduğu yöreyi gözlemleyerek, o yörenin doğasını, insanlarını, üretim ilişkilerini, şiirlerini bulmuş önce. Kolay betimlemelere, göstermelik motif öykünmelerine yönelmeden; içten, kendine özgü çözümlemelerle sunmuş yapıtlarını. Duruk, ruhsuz bir peyzaj resmine de folklorik gösterimlere uzanan anlayışlara da uzak durmuş.

Yalnızca yaşadığı yöreyi değil, Anadolu’daki halk sanatını, saraylı minyatür ustalarının resimlerindeki canlı ve dinamik olan unsurları da iyi kavramıştır. Resim dilini oluştururken değişik evrelerde yararlanmış bunlardan. Yalnızca ulusal değerleri değil, evrensel değerleri de yakından tanımaya çalışmış. 1967’de yurtdışına çıkmış ve Avrupa’da bir süre kalarak, Batı’nın büyük ustalarını yakından tanıma olanağı bulmuş. Uzakdoğu sanatına da hayrandı Karaca. Ona göre “özgün, kendi gerçeğinin anlatım biçimini bulmuş bir sanattır” Uzakdoğu sanatı.

Doğanın sonsuz çeşitliliğini, gizemini renklerin diliyle pratik bir anlatımla senfonileştirirdi Karaca. Umut yüklüdür, erinç yüklüdür resimleri. “Bitmez tükenmez bir araştırma içinde değilim. Aradığımı buldum” diyen Picasso’nun söylemine yakın bir tutum içinde, kendi resimsel diliyle, kendi biçemiyle gerçekleştirmiş yapıtlarını. Aradığını bulmanın güveniyle gelip geçici özentilerin tuzağına düşmeden örmüş deltasını. Her yapıtı birbirini izleyen dalgalar gibidir, kendi okyanusunda devinir.

Renk ustasıydı Karaca. Onun resmini biçimlendiren en temel unsurdu renkçilik. Canlı renklerle, binbir çeşitliliği içinde, yeni görme biçimleriyle yeniden yorumladı Çukurova’yı. Renkçi bir anlayışla evrensel bir mekâna dönüştürdü. Çok iyi bilirdi renklerin tınısını. Kendi biçeminin diliyle, renklerin tonalitesini şiirselleştirerek; ışığı, gölgeyi, biçimleri büyülü bir gerçeklikle sunardı. Onun resimlerindeki renk varsıllığıyla oluşan aura; Van Gogh’un, Gaugin’in renkçi tadını çağrıştırırdı.

Sevgi ve iyilik dolu sakin, sessiz bir resim evreni oluştururdu. Renkler grameriydi. İzleyicisiyle iletişim kurmanın ve onu resminin derinliklerine çekmenin, sözcüklerin ifade edemediği duyguları anlatmanın grameriydi renkler. Duygularını anlatmanın en temel aracıydı. Belirli renkleri yan yana titreştirerek, renk tonlarının yoğunluğunu farklılaştırarak; duygu yüklü, etkileyici varsıllıklar oluştururdu. Yarattığı renk alanlarıyla rengin gücüne odaklanarak yeni görme biçimleri sunardı. Renk dağarcığımızı genişletirdi. Çukurova’daki renk döngülerini, renklerin sesini dinletirdi gözlerimize ve onun resmini dinlerken, bir kez daha inanırdık şair Paul Claudel’e “göz dinler”.

Düşlerini, sezgilerini, renklerin birbirleriyle ilişkilerini, değerlerini kendi duygularıyla tanımladığı bir alan yoğunluğu içinde görüntülere dönüştürürdü. Birbirine yakın renklerle sakinliği, sessizliği; karşıt renklerle yoğunluğu etkinleştirirdi tuvallerinde. Onun resimlerindeki renk dengesi, renk kontrastları, ışık ve gölge tonları içgüdüsel, sezgisel bir kurguyla gerçekleşirdi. Bilinçaltındaki en temel özne çocukluğunun Çukurova’sıydı: İnsanları, otları, çiçekleri, kuşlarıyla en unutulmaz mekanıydı. Can dostu şair Hasan Hüseyin Korkmazgil çok severdi onun resimlerini ve en çok da onun resimlerindeki Turaç kuşunu ve Duran Karaca için yazmıştı Turaç şiirini:

"Bakma turaç, bakma bana el gibi

Sen bu Çukurova’nın öz kuşu değil misin

Ben bu Çukurova’nın öz oğlu değil miyim

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Sivas’lardan inmedim mi kar sularıyla

Ekmek deyip sarmadım mı göçümü turaç

Bir tencere can aşını bölüşmedim mi

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Tunceli’den, Kırşehir’den, Van’dan, Bitlis’ten

Sürekavı yemişçene gelen kim olan

Açılmışsa Çukurova yediveren gül gibi

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Bu şeleği ben vurmadım bu gelinlere

Bu kızları ben yakmadım böyle ateşe

Sevdaları kara gece, kirpikleri güneşli

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Dağlara, dağlara, dağlara doğru

Çalı çırpı, sıla gurbet dağlara doğru

Sarı sıcak, ak cibinlik dağlara doğru

Ordu ordu çekip gider ay çiçekleri

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Üç etekli, ak puşulu, türkü bakışlı

Kadınlar yürüyor dağlara doğru

Gül kurusu, leylak moru dağlara doğru

Özlemler, acılar dağlara doğru

Sivaslı mı, Urfalı mı bilemem gayrı

Kadınlar, kadınlar dağlara doğru

Bilemezler avcının kim olduğunu

Sezmişler tüfeğin doğrultusunu

Kadınlar, kadınlar dağlara doğru

Acılarlı, umutlarlı bütün bir Anadolu

Bu sıtmalı gecelere, bu beşikleri

Bakma turaç, bakma bana el gibi.

Ben çalmadım bu davulu, Karaca Duran çaldı

Pir Sultan’ı benden aldı, kekliği Silifke’den

Boyasını yaman kardı Dadal’dan

Telini de yaman gerdi Karac’oğlandan

Vurdu mavi, vurdu yıldız, vurdu dağ başı

Vurdu susuz kuyularda kılçeçi

Turnayı benden aldı, gelinciği Erzincan’dan

Vurdu ekmek, vurdu gurbet, vurdu göç

Ben de senin gibi yalnızım Turaç

Ben de senin gibi düşman içinde

De ki bir Karac’oğlan de ki Bayburtlu Zihni

Bakma turaç, bakma bana el gibi.”

Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz ve Yaşar Kemal’in de yakın dostuydu Duran Ağabey. Ahmet Erhan’ı çok severdi. Ahmet ve Duran Ağabeyle Mülkiyeliler’de buluşurduk. Ne zaman buluşsak, en çok İstanbul günlerini, Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz’le olan anılarını anlatırdı bize. Tuncel Kurtiz’le, Tarsus Amerikan Koleji’nde başlamış arkadaşlıkları…

Duran Karaca, 1934’te doğmuş.

Tarsus Amerikan Koleji’nde okuduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne girmiş, ama küçük yaşından beri tut­u haline gelen resim sevgisi nedeniyle, buradaki öğrenimini yarıda bırakarak; İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine kaydını yaptırmış. Halil Dikmen’in, Cemal Tollu’nun öğrencisi olmuş. Akademiyi bitirince serbest ressam olarak çalışmayı yeğlemiş. Bir dönem Paris’te yaşamış. Brüksel, Amsterdam, Hamburg, Kopenhag gibi kentlerde müzeleri gezip, incelemeler yapmış.

İlk sergisini Lisette Zara ile birlikte 1962’de İstanbul’da açmış. Yerli ve yabancı koleksiyonlarda pek çok resmi vardır. Pek çok ödül almıştır.

1954 yılından başlayarak özellikle; Varlık, Dünya, Ulus, Zafer, Tanin ve Öncü’de desen çalışmaları yayınlanmış.

1960 yılında Tanin gazetesinde, Yaşar Kemal’in dizi olarak yayınlanan “Yusufcuk Yusuf” adlı romanını resimlemiş. 1961 yılında yayımlanan Mahmut Makal’ın Kalkınma Masalı adlı kitabını da o resimlemiş.

15 yıl önce yitirdik ressam Duran Karaca’yı. Tüm yapıtlarında, duygu yoğunluğuyla, pastoral şiirlerle donatmıştı tuvallerini. Natürmortlarındaki çiçekler bile yabanıl bir gizemle dururdu resimlerinin içinde. Herkesin erinç duyabileceği yeryüzü notlarıdır Duran Karaca’nın resimleri. Ne çok özlüyoruz onu; resimlerini, anılarını, dostluğunu, ağabeyliğini... Derin, silinmez izler bıraktı Duran Ağabey. Anılarının önünde saygıyla eğileceğiz hep.