Şiirdeki eleştiri kapitalist düzene

Kadir İNCESU

Abbas Karakaya’nın yeni şiirleri “Taşıran Damlanın Cesareti” adıyla El Yayınları tarafından yayımlandı. Bugüne kadar Güneşe En Yakın, Gezi Koyun Çocukların Adını, Yüreğim En Denizaltı Haliyle adlı şiir kitapları olan Karakaya, Donny Smith ile birlikte Cemal Süreya’nın Üvercinka adlı şiir kitabını da İngilizce’ye çevirdi. Karakaya ile şiirleri üzerine konuştuk.

“Sözlerim boşuna /söylenmiş olmayacak” diyen Abbas Karakaya, şiirinin anlamını ne zaman sorgulamaya başladı?

Yazdığım şiirin anlamını sorgulamak aslında her zaman yaptığım bir şey. Bu bana has bir şey olmasa gerek. Her yazan yazarken, yazdıktan sonra yazdıklarının nasıl alımlanacağını, nereye varacağını az çok dert ediniyordur. Ayrıca, her şiir yazanın kendi yazdığı hakkında bir fikri vardır, bu da zaman zaman şiirlerine girer. Kimi zaman olumlu, umutlu, kimi zaman tam aksi olabilir. Bu iki dizenin geçtiği şiire coşku hâkim ve böyle bir sorgulamadan mutlu ve iddialı çıkılmış. Ama bu her zaman böyle olmamış. Bir önceki kitabımda- Güneşe En Yakın- bunun tam tersi bir durum var. O kitaptaki bir şiir ‘Belki de son şiirimdir bu/ Yazmam bir daha’ dizeleriyle bitiyor.

TÜKETİM ÇILGINLIĞI

“Evleri evlere lağımlar bağlıyor” derken yaşamın acımasızlığına mı vurguluyorsunuz?

Çağımız korkunç bir tüketim çılgınlığı, kötülüğü, değersizliği yaşıyor. Dolayısıyla böyle bir dünyada insanlar ancak lağımlarda, kanalizasyonlarda buluşabilir. İnsana, doğaya bir şey katmadan, kendinden bir zerre bile vermeden yaşayıp bu denli tüketirse insan, neticede ancak o kanallarda buluşabilir. Sokaklarda, meydanlarda, dayanışmalarda, misafirliklerde, pencereleri açık evlerde, doğada buluşamazsınız. Bu tüketim barbarlığı hemen hemen her toplumsal seviyede değişen ölçeklerde yaşansa da bu şiirdeki eleştiri bu korkunç yaygın kapitalist tüketimin hem sorumlusu hem bayraktarlığını yapanlara; servetlerini bizden çaldıklarıyla insan eti yiyip insan kanı içerek oluşturanlara…

“Büyük başkaldırıyı başlatacağız/akıllı telefonlarla/sanal âlem uyanıyor” derken mücadelenin masa başına indirgenmesinin de bir eleştirisini yaptığınızı görüyoruz. Bu düşünce sanatçının üretimini nasıl etkiliyor?

Birçoğumuz, sanatçı olsun olmasın, hayatın internetten eriştiğimiz kadar olduğunu sanıyoruz. Durum böyle olunca kendimizi çok dar bir gerçekliğe hapsediyoruz. Çok şey kaçırıyoruz. Bütün risklerine rağmen hayat sokakta, parkta, dışarda, tarlada, doğada. Sahici insanı yazmak, hem de kendinizi (daha iyi) tanımaksa derdiniz ben adres olarak sokağı, dışarıyı gösteriyorum. Dışarıya, başkalarına daha az zaman ayırınca sahici olandan uzaklaşıyoruz, solgun, güçsüz söz oyunlarına dönüyor şiir. Asıl tehlike de kendinizi dünyanın merkezine görmeye de başlıyorsunuz. Dünyanın merkezinde doğa var aslında, insan değil. Ormanlar, ırmaklar, dağlar var. Bilgisayar, telefon, internet teknolojilerinin mücadeledeki yerini abartmayalım, diyorum. Farklı bir bağlamda söylenmiş olsa da, o sözün tersi doğru bence: ‘Hayat eve sığmaz.’ Dağı, ırmağı, yaylayı, meşe ağaçlarını eve nasıl sığdıracaksınız? Park eve sığar mı?

SÖZÜM EMEKÇİLERE

“Hiç soru sormuyorlar sınıflarında” derken insanların kendi istedikleri hayatlar yerine kendilerine dayatılan hayatı yaşamak zorunda olduklarına dikkat çektiğinizi söyleyebilir miyiz?

Bu şiirde sınıfı iki anlamda kullandım. İlk anlamı, okullarda, ders yapılan odalar; ikincisi, insanların ait, yakın oldukları sosyo-ekonomik gruplar. Birincisinde de sessizlik hâkim, ikincisinde de. Yani kendimizi ifade edemediğimiz, fikrimizin hiç merak edilmediği, hep susturulduğumuz bir kültürden gelince, ders yapılan sınıflarda soru da soramıyoruz. Papağan gibi ezberliyoruz. Ki öğrenmek soru sormakla çok yakından alakalıdır ve ezberlemek öğrenmek değildir.

Sınıfın ikinci anlamında da biz neden bu kadar berbat hayatlar yaşıyoruz, siz kendinize villa yapmak için ormanları nasıl yakabilirsiniz, biz çocuklarımız neden kalacak yurt bulamıyoruz; kısaca toplumdaki adaletsizliklere, keyfiliklere gür bir sesle, beraberce, ikirciksiz karşı çıkamıyoruz, neden soru soramıyoruz kaybedenler, hakkı yenilenler olarak. Burada, Nâzım Hikmet’in ‘kabahatin çoğu senin canım kardeşim’ dizesindeki duyarlığın çok daha yumuşak bir hali var. Yani sözüm emekçilere, işçilere, ezilenlere, kaybedenlere, hakkı yenilenlere…