Yazılı tarih ve mitografik kaynaklar savaşın bin bir türlüsünü kaydetmiştir. Savaşlar, epik ürünler, eski şiir ve anlatılarda yer aldığı gibi, icat edilmiş ‘milli tarih’lerde icat edilmiş ‘kötülerin’ nasıl tepelendiği bolca anlatılır!

Şiirdeki ‘saf’ güvercin...
Pablo Picasso-Barışın Yüzü.

Aydın Afacan

“Ey taşa toprağa ‘değeri cevherdir’ diyen,
Bu güzellik ve iyilikle asıl cevher insan değil midir? ”

Seyyid Nesîmî

‘Barış’ sözcüğü neden bunca önemli? ‘Savaş’ sözcüğü, insan oluşun değilse de insanlık tarihinin kökünde yer aldığı için! Yeryüzü bir süredir bir ‘Dünya Savaşı’na tanık olmuyor ama soluğunu ensesinde her daim hissediyor; kimi ‘küresel denetimli’ olmak üzere yığınla bölgesel çatışmalarla dolu… Tarih ve antropolojinin derinliklerine fazla dalmadan bu işin köklerinin ‘avcı-toplayıcı’ insan kümelerine kadar geri gittiği kolayca görülebilir. Yazılı tarih ve mitografik kaynaklar savaşın bin bir türlüsünü kaydetmiştir. Savaşlar, epik ürünler, eski şiir ve anlatılarda yer aldığı gibi, icat edilmiş ‘milli tarih’lerde icat edilmiş ‘kötülerin’ nasıl tepelendiği bolca anlatılır! Kadınların oğulları ve eşleri için yaktığı ağıtların hemen yanına daha kutsal ‘kahramanlık’ anlatıları ilişir! Tuhaftır, barışı hep ‘ister’ de insan, diğer yandan savaşı hazırlayacak çeşitli araçları durmaksızın yeniden üretir. Yaşamak, savaşa bağlıdır adeta; Lugalbanda’yı anlatan bir Sümer metnindeki şu ifadelerin benzerleri yeryüzünün çeşitli haklarının anlatılarında kolaylıkla bulunabilir sözgelimi: “Onlar İnanna’nın savaşa hazır gözdeleri/ Göklerin Tanrıçası Nintud ile sayıları çoğalır/ Gökyüzündeki yaşam onların elindedir,/ Yıldızların parlayan savaş baltasını, Gök ve Yer’in sonuna kadar taşır” (ç. S.F. Adalı-A. T. Görgü) Öyle ise barış istemek ‘saf’, ‘naif’ insanlara mı özgüdür? Kadınlar ve şairler gibi… Şairlerin de faşist ve ‘kahraman’ olanlarını dışta tutmalı tabii, onların ‘erkek’ olarak savaşı kutsamış metinlerine burada yer vermeye gerek yok şimdilik. Kısaca Seyyid Nesîmî’nin yukarıda günümüz Türkçesiyle aktardığımız şu dizelerindeki gibi sorarsak: “Ey daş ilen türâba diyen kıymeti güher, / İnsân bu hüsn ü lutf ile gevher degül midür?”

Savaşın sonu…

Kimine göre ‘tarihin sonu’ demek bu ama burada işin bu tarafına girmeyelim. Daha doğru bir söyleyişle ‘savaş sonu’ gördünüz mü hiç? Bizzat görmemişseniz de edebiyat ürünlerinde, filmlerde görmüş olmalısınız. Savaş alanı, antik veya modern bir kent olsun sözgelimi; oradaki görüntüler kan dondurucudur. İçinizde ‘insani bir kırıntı’ var ise ister yenen ister yenilen tarafta olun, oradaki görüntüler kanınızı donduracak niteliktedir. Oradaki cansız bedenler, evleri, bin bir emekle yapılmış çeşitli yapılar, her şey yıkıntı halindedir. İçinizde insana ve insanlığa dair ağıtlar ve ilenmeler aynı anda yeşerecektir. Oralarda, bir zamanlar insanların koşuşturduğu, şarkılar söylenip dans edilen o alanların savaş marifetiyle yerle bir edildiği o ‘son’… Ya insanın doğaya, diğer türlere, kendi türüne karşı yürüttüğü ‘sıcak’ veya ‘soğuk’ savaşlar, entrikalar, tuzaklar, işkenceler? Evet, “söyleyin: savaşta insanın sesini duyar mı insan?”

Ne demişti Antigone?

Ünlü trajik figürlerden Oidipus’un iki oğlu Thebai krallığı için savaşır ve birbirlerini öldürürler. Tahta çıkan yeni kral (Kreon), komşu kent-devletlerle ittifak edip yurduna (Thebai’ye) karşı savaştığı gerekçesiyle, ölen kardeşlerden Polyneikes’in gömülmesini yasaklar. Antigone, bu yasağa rağmen, kardeşini gömer; bunun üzerine, kayalıklara diri diri kapatılarak cezalandırılır... Sophokles’in Antigone’sinde, kral dayısı Kreon ile ve Antigone arasındaki diyalog savaş ve barış yanlılarının mantığını sergilemesi açısından ilginçtir: “Kreon: Ölüm sevgiye dönüştüremez nefreti./ Antigone: Sevgi için doğmuşum ben, nefret için değil./ Kreon: Git öyleyse sevgini paylaş sen ölülerle, yaşadığım sürece hiçbir kadın çekip çeviremez beni…”(ç.G. Dilmen). Bu tragedyanın çeşitli açılardan okumaları var ama insanlığın hâlâ Antigone’deki ‘dünyaya sevgi paylaşmaya’ gelmek ile Kreon’daki nefretini ölü bedene karşı sürdürmek arasında gidip geldiği de bir olgu…

Barış şiirseldir

Şiirsel olan barıştır evet; her türlü güzelliği taşır içinde. Savaşın ve ‘kahramanca’ (heroic) edimlerin yüceltildiği anlatılarda bile en dokunaklı, en masum dile gelişlerin barış isteği ile dolu olması boşuna değildir. Dünya şiirinde ve yaşadığımız toprakların şairlerinde de bolca bulunur bu dilekler. Birçok şiirinin temelini oluşturan bu dileğini Hiroşimalı kız çocuğunun ‘saf’ ve insanı derinden acıtan seslenişiyle dillendiren Nâzım Hikmet’ten ‘kalbini bir güle değişen Cigerxwin’e, Yunus Emre’den ‘karşı kıyı’nın güneşli sesi Elytis’e, daha birçok şairde… Neruda, ‘Oduncunun Türküsü’nün bir bölümünde bu dileğini gürül gürül akan bir söyleyişle dile getirir: “Barış, doğan şafaklar için barış,/ Barış köprüler için, barış şaraplar için,/ Barış beni eğiten alfabe için/ Toprakla ve sevdayla sarıp sarmalayıp/ Eski bir şarkıyı/ Kanımda tırmandıran alfabe için barış,/ Barış sabahları kente/ Ekmek uyandırırken sizi/…/ Barış kardeşimin gömleği için/ Barış rüzgâr mührü gibi kitaptakine/…/ Barış külleri için o ölülerin/ Ve öteki ölülerin/…/ Yaşayan ne varsa barış: Barış tüm topraklar için, barış tüm sular için…” (ç. E. Alkan). Ege’nin diğer yanından Ritsos da şöyle der: “Çocuğun gördüğü düştür barış./ Ananın gördüğü düştür barış./ Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış/.../ Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,/ iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın./ Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya/ kuracağız demesidir;/ ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle./ Barış budur işte.” (ç. A. Behramoğlu)

Şiirdeki barışa dair esas olarak göze çarpan iki farklı beklenti söz konusudur: Biri, Rosa Luxemburg’un “İçinde bulunduğumuz bütün ahlaki bataklığın, bugünden yarına büyülü bir değnek geçmiş gibi karşıtına dönüşecek” sözündeki iyimserlik; diğeri, Adorno’nun ünlü “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” sözüyle de buluşan karamsarlık. Öyle görünüyor ki şiirle uğraşanlar da bir bütün olarak insanlık da daha epey bir süre bu iki sözde ifade bulan iyimserlik ve karamsarlık arasında gidip gelecek. Kendisinin katlediliş öyküsüne bakılarak Rosa’nın iyimserliği göz ardı edilemeyeceği gibi, Adorno’nun karamsarlığı da hâlâ yeryüzünde ciddi karşılıklar bulabiliyor. Diğer yandan Adorno’nun sözü sanatsal süreçler açısından farklı bağlamlarda inceleme konusudur. Öyle ya da böyle barışın güvercini şiirin göklerinde süzülmeyi sürdürüyor. Ama şiir bu ‘husus’taki ‘saflığının’ da farkındadır. Ne demişti Cemal Süreya: “Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına/ Bu yüzden edep kuralı gözetmez Anadolu ermişi/…/ Bu yüzden kimi zaman zordur ayırmak/ Üstünü başını yırtmış ağıtlardan şiiri.”