Böylece belki an gelir bir yumrukta yıkıp yeniden kurarsınız kendinizi

Şiiri olmayan devrim yapamaz!

> ONUR BEHRAMOĞLU @onurbehramoglu

İlkokul karnenizden seyahat harcamalarınıza, hangi saatte nereye gittiğinizden dadandığınız internet sitelerine kadar belgelenen bir geçmişiniz olması, devletin dilediğinde dosyanızı önünüze koyup hesap sorabileceğini bilmek sizi de ürkütmüyor mu?

O halde devrim yapalım, yıkalım devleti! İktidar ilişkileri tüm sinir sisteminizden geçmekteyken, hadi Foucault gibi söyleyelim, “İçinize işlemiş karanlık süreklilikleri ve bunların hangi iktidar sistemlerine bağlı olduklarını belirlemeden” normalleştirme mercilerine –başta aileye, okula, işyerinize, sonra devlete- karşı nasıl savaşacağınızı söyler misiniz peki? Örneğin, çalıştığınız kurumun yıl sonu bilançosu, kendinizi sahiden yaşamanızı engelleyen parçalanmanın da fotoğrafı değil mi? Alıp çerçeveleyin, duvarınıza asın, her gün ama her gün bakın ona. Başarılarınızın alkışlanmasından memnun gülümserken bir yalanın parçası olma duygusunun belli belirsiz dokunup geçmesi, hararetle sürdürdüğünüz tartışmada neyi savunduğunuzdan çok da emin olmadığınızı fısıldayan iç sesiniz, gelecekte size yarar sağlayacağına inandığınız kişinin pek de komik olmayan esprisine coşkuyla attığınız kahkaha.
Kaçmayın, tekrar tekrar yüzleşin onlarla.

Böylece belki an gelir bir yumrukta yıkıp yeniden kurarsınız kendinizi. Hariçten gazel mi sandınız, hayır! Kapitalizmin kalesi sayılabilecek bankalarda-şirketlerde yıllarca çalışıp o yumruğu atmış biri, kendiyle dövüşe dövüşe yürüyen biri olarak söylüyorum bunları.

“Her şeye öyle bir ayar vermeli ki ramak kalsın patlamaya” diyordu Artaud. Deli Artaud. Delilik, öznenin patlayarak ortaya çıkması. Patlayıp dört bir yana saçılarak “görülmemiş bir çiçek açma”, delilik. Sisteme ve kendime ilk sıkı yumruğu attığımda, aklımda Ritsos’un o şiiri vardı, evet: “Haykırmak istiyordu / Daha fazla dayanamayacaktı. / Sesini duyabilecek kimse yoktu orada; / Kimse duymak istemiyordu. / Kendisi de korkuyordu sesinden, / İçinde boğuyordu sesini. / Patlamak üzereydi susuşu. / Birden, / Havaya uçtu gövdesinin parçaları. / Özenle, sessizce toplayacaktı bu parçaları, / Hepsini bir bir yerlerine yerleştirecekti / Delikleri kapamak için. / Ve rasgele bir gelincik, bir sarı zambak bulursa, onları da toplayacak, / Kendisinin bir parçasıymış gibi gövdesine yapıştıracaktı / Böyleydi, / Delik deşik, / Görülmemiş bir şekilde çiçek açıyordu işte.” Görülmemiş bir şekilde çiçek açtığımda, annem babam bile korkmuştu benden, sevgilim bile! Umulmadık biçimde korkutucu ve öngörülemez olmak iyidir bazen, bir parça alan açar insana, soluk aldırır.

Madem deliliğe vurduk işi, soralım: Kendi söylemimizle narsistik ilişki kurmadan, düşüncelerimizi değiştirmeye devam ederek yol almak mümkün mü bu hayatta? Aradığımız için mi yazıyoruz, bulduğumuz için mi? Birincilerdenim ben, arayanlardan; bizde genelde tek kelimeye sıkıştırılarak “Aranıyor” suçlamasına hapsedilenlerden. Bir de bulduğu için, bulduğuna inanarak yazanlar var. Hepimizi aydınlatmakla vazifelendirilmiş edalarıyla hakikatimizin ne olduğunu bize buyuranlar. Bana sorarsanız düpedüz saçmalayan ama bunu göremeyecek kadar kibirli olanlar. Olguları sorgulamak, alışkanlıkları dürtmek, kuralları-kurumları şöyle bir esaslı tartmak, inançları yaylım ateşine tutmak istiyorum ben. Yoğunluğuna yaşamak, olanaksızın kapılarını zorlamak, kalıplaşmış sistemlere değil sınır-deneyimlere dayanarak sürekli devinip değişmek.

Bunları şiir öğretti bana. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bilmediğimde, tam da öyle bir mertebeye eriştiğimde, o aşk halindeyken gelip kendini yazdırarak öğretti. En yaratıcı, en felsefi delilik hali sayılan melankoli öğretti bana bunları. Diple doruk, coşkuyla kopkoyu keder arasında salınan sarkaç…

Peki siz, dilsel bir direniş hareketi olarak şiire hayatınızda ne kadar yer açtınız ki devrim yapacaksınız? Şiirden kastım, “Minareler süngümüz kubbeler miğfer / Camiler kışlamız müminler asker” hezeyanlarıyla padişahlığa soyunanlar ve onların parmak sallayan, bıyık buran vekillerinin sakız manileri değil. “Şiir ummanına destursuz daldın / Hariçten gazeldin, kaside sandın / Sen de bir zaman belki adamdın / Saray kapısında havla dur şimdi” der, geçeriz onları. Şiirden kastım, kimselerin ifade edemediğini bir dizede söyleme kudreti, bir sözcüğe bin anlam yükleme, hikmet burcunda olma da değil.

Gövdenizin parçalarını havaya uçuracak şiddette bir şeyler biriktiriyor musunuz kalbinizde, patlamak üzere mi susuşunuz, saygıda kusur ediyor musunuz kutsal bilinen her şeye? Şiirden kastım o. Hrant’ın ayakkabısı, Nuh’un kartopu, Berkin’in uçurtması…