Şiiri ücrasından çıkarmak

FERRUH TUNÇ

Şiirin de içinde olduğu sanat eserleri üstünden edindiğimiz deneyimler hiç kuşkusuz ancak sanatla edinilebilecek deneyimlerdir. Bu deneyimde inanç, ideoloji, bilim gibi sanat dışında kalan bilme biçimlerinin elbette payları ya da katkıları vardır. Ama sanatsal deneyim, hiçbir şekilde büsbütün bunlardan birine ‘göre’leşmeyen bir deneyimdir. Örneğin, bilimsel bilgi edinmeyle karşılaştırdığımızda sanatsal-estetik deneyimin kesin olmaktan kaçındığını, keskinliği körelttiğini, göreliği çoğalttığını fark ederiz. Buna karşın, o hiçbir şekilde üniforması üstünde mutlak bir şüphecilik veya bilinemezcilik de değildir.

Sanatın ipek inceliğine tutunarak, şimşek aydınlığından ya da yıldız alacasından yararlanarak kendimize varlıksal-zihinsel-yaşamsal bir konum elde edebilir veya bir yön belirleyebiliriz elbette ama eğer amacımız esas olarak bir kesinliğe büsbütün tutunmak, konumumuzu şaşmaz bir şekilde belirlemek ve yolumuzu dosdoğru olarak bulmaksa, sanatsal deneyim yerine bir pusulaya, fenere ya da rehbere sahip olmamız yeğdir. Çünkü öyle olur ki, sanatla edindiğimiz deneyim bize yolumuzu bulmak ile yitirmek dışında ya da arsında bu seçeneklerin her ikisinden edinebileceğimiz ve/veya edinemeyeceğimiz deneyimleri aynı zamanda sunmuş olabilir. Sanat eseri, başka bilme biçimlerinin olanaklarını formülasyonlara indirgemeden özgün yaratının gereksindiği oranlarda ve biçimlerde içererek, bu bilme biçimlerinden öte bir epistemolojiyi ima ve inşa eder.

Ancak sanatın sahip olduğu bu kendine özgülük, bu halde bile mutlak bir başkalık ya da kesinlik olarak görülmemelidir. Felsefe dili ile söyleyecek olursak, sanatsal deneyim bir ‘kendinde şey’ değildir. O öteki şeylerle, onlara göre, fakat onları da başkalaştırarak nesnelliğin ışıltılı bir insanilikle ortaya çıkmasına katkıda bulunan, karakteristik ve karmaşık bir etkinliktir. Sanat; yaşamı, gerçeği ya da hakikati güzel, sezgisel ve duyuşsal bir şekilde ilişkilendirilmiş fikirler, biçimler, kavramlar, biliş ve hayal ediş kategorileri olarak yeniden tanıma, keşfetme ya da ona dönüştürme etkinliğidir, diyebiliriz. Sanat eseri de bu ilişkilerden oluşturduğumuz görece bütünlükler ve biçimlerdir. Nasıl tekil bir insan etkinliğinde sanatla zanaat ayırt edilemez biçimde birbirine girebilirse, genel olarak sanatsal deneyimle yine genel olarak yaşamsal deneyimin birbirine o denli girme olanağı vardır. Sanat, hayatla ancak bu şekilde bir etkileşimle kalıcı bir varlık kazanabilecektir.

O halde, biz genelde sanat, özelde şiir üzerine konuşur onun hakkında yargılara varırken böylesi bir etkileşimin var olup olmadığını da sorgulamış oluruz. Sanatsal deneyimin, genel ya da münferit yaşamsal deneyimlerle etkileşerek hayata karışması; onlara renk, ton, biçim vermesi, kendinin bir varlık tezahürü olduğu kadar, bireysel ve toplumsal ilerleme ve gelişme için de kaçınılmazdır. Çünkü iyilik, doğruluk, adalet, özgürlük, gönenç, ışıma, yücelme, sevgi ve kardeşlik gibi bireysel ve toplumsal var olma, doğrulanma, memnuniyet ve mutluluk tezahürleri estetize olmamış formlarda ortaya çıkamazlar. Buna karşın, bireyin ve toplumun yaşamında bu referanslar bakımından zayıf olan dönemler -ise ister neden ister sonuç olarak- sanatın önemli ölçüde geri çekildiği ya da iyi niyetli bir ifadeyle, henüz yaşama sızmak için kendini hazır hissetmediği zamanlardır.

Ne yazık ki gerek ülkemizde gerekse dünyada özellikle şiir açısından bakıldığına bu türden bir geri çekiliş olduğunu söylemek mümkün bulunmaktadır. Oysa şiir üzerine yazılanlara ve konuşulanlara baktığımızda, böyle bir durumun saptandığına, saptanmışsa giderilmesine yönelik önerilerin tartışıldığına tanık olamıyoruz. Kanaat ve gözlemimiz doğruysa, bu ücraya çekilmiş şiir ve şairin halinden memnun bir benzerlik içinde olduğunu söylememizi de mümkün kılmaktadır. Bizse, özellikle böylesi günlerde şaire düşenin, şiiri kendi ücrasından çıkarmak olduğunu düşünenlerdeniz. Hayatı şiire dönüştürmek isteyenlerle şiire hayat katmak isteyenlerin daha etkileşimli, kararlı, yaratıcı ve üretken olmalarına çok ihtiyaç olduğu zamanlardayız.