Şiirin değil, şairin cinsiyeti vardır

SENEM CANDAŞ

Geçtiğimiz günlerde Berlin, Şair Yelda Karataş’ı konuk etti. Sözlerini sakınmadan, esirgemeden dizelerine aktaran Yelda Karataş sohbetiyle ve kendi sesinden okuduğu şiirleriyle Berlin şiir severlere doyumsuz bir gece yaşattı. Berlin’e son gelişinden bu yana 7 sene geçmiş olan şair okuyucularıyla bu sefer son kitabı “Hüznün Kısa Tarihi” üzerine söyleşi yapmak için bir araya geldi. Kendisini “…kadın, şair, akademisyen ve reklam yazarı…” olarak tanımlayan Yelda Karataş, 12 Eylül sonrası şiir yazmaya başladı, sonrasında birçok ödül kazandığı deneme ve tiyatro oyunları kaleme aldı. Bir dönem Sezen Aksu’yla çalışan Karataş, Deli Kızın Türküsü ve Işık Doğudan Yükselir albümlerinde yer alan Rakkas, Yarası Saklım, Kalbim Ege’de Kaldı, Son Sardunyalar… gibi hafızamızda yer eden birçok şarkıya da söz yazarlığı yapmıştır. Biz de Berlin’de bulunması vesilesiyle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

  • Şiir yazmaya ne zaman hangi motivasyonla başladığınızı anlatır mısınız?

Kalem ve kâğıtla tanışan herkesin aklına nedense önce söz yazmak gelir. Nota yazan var mıdır bilmiyorum. Mozart’ın bile önce kelam yazdığını düşünmekteyim nota kâğıdına. O çağlarda hiç olmazsa aristokrasi denen bir sınıf, tıpkı kendinden önceki köle sahibi ‘özgür’ vatandaşlar gibi, sanat ve estetik konusunda daha donanımlı ve dikkatliydi. En hızlı yozlaşma, sanat ve özellikle şiir gibi kâğıt ve kalemin yeterli olduğu sanılan alanda başlar çünkü. Shakespeare, çağında şiir sanatı tiyatro sanatından çok daha ciddiye alındığı için tıpkı Cervantes gibi tanınmak için önce şiir yazmış… Belki bu ve daha başka nedenlerle, okumayı söktüğüm yaşlardan beri iç içe olduğum şiirin yazma denemesine çok geç başladım. Karanlık bir çağdı 1980’ ler Türkiye için. Ben şiire benzettiğim ilk dizelerimi 1982 yılında yazdım.

  • Şiir yazmanın yaşamınızdaki yeri ve sizin için anlamı nedir?

Bu çok sorulan ve sorulması gereken bir soru. Ben defalarca yanıtladım. Bahtin’in ve Caudwell’in söylediklerine katıldığımı belirttim. Sonra baktım herkes aynı yanıtı veriyor: Şiir benim var oluşum diyor. Ben bu sefer daha değişik söyleyeyim bari: Yaşamımla şiiri hiç ayırmadım. İyi bir okuyucu olduğum çocukluk yıllarımdan, yazmaya çalıştığım bugünlere kadar şiir nefes almak benim için. Şiir aşktır. Tanrı gibi aşkın kendisidir şiir. İnsanın ilk sözüdür. Benim de son sözüm olmasını dilerim.

  • Günümüzde kadın şairler edebiyat dünyasında eskiye göre daha fazla varlar. Geçmişten günümüze değişen nedir?

Kadınlar seslerini çıkarmanın tadına vardılar. Bazı erkeklerin sandıkları gibi, sadece bel altlarının değil, beyinlerinin ürettiklerin de merak edilmeye değer olduğunun bilincine vardılar. Kapitalist ekonominin ucuz emek ihtiyacını strese en dayanıklı ve duygusal zekâsı en yüksek canlı olarak karşılayan muhteşem dişi cinsi, hayatta öğretilen kadınlığa karşı sıkı sıkı başkaldırıyor. Hayatın her alanında olduğu gibi şiirde de kendini söylemeye, varlığını özgürleştirmeye çalışıyor. Yazmak sağaltır. Erkek nesli bu ayrıcalıktan kaç yüzyıldır faydalanıyor. Kadınlar bunun ne dayanılmaz güzellikte olduğunu keşfediyorlar çağımızda. Kutsal annelik, itaatkâr nişanlı, hizmetçi eş, yatakta tavşan kız… gibi palavralardan sıkıldılar. Şimdi biz yazdıkça, yani toplumsal varlığımızın farkına varmaya başladıkça onlar cinayet işlemeye başladılar. Biz sürü bireyi yerine toplum bireyi kadınlar oldukça, baskı artıyor. Yazmanın büyülü dünyası, iki ters bir yüz üretkenliğinden çok farklıdır. Bilimsel düşünmenin sınırsızlığına doğru kadınlar uzandıkça, cinayetler çoğalıyor. Şiir kitapları arttıkça, öfkeli bakışlar fazlalaşıyor. Ama inanın hedef bacak aramız değil, kafamızın üzerinde onurla yükseltmeye çalıştığımız başımız, düşüncelerimiz. Özgür bir yaşam talebimiz. Dünya ve ülkemizde genelevleri kapanmadıkça hiçbir eril kişi ve söylem insan eşitliğinden ve adaletinden söz edemez… Amaçları, idam cezasını bizim üzerimizden getirtip, yine ipin ucunda bizi sallandırmak. Şiir yazan dişiler, ortaçağın, cadılarıdırlar… Ruhun nasıl iyileşeceğini bilen nakışlı yürekle yazar kadın cinsi. Susmayacak kuşkusuz.

  • Türkiye'de şair olmak ve kadın şair olmak farklı şeyler midir? Anlatır mısınız ‘şiirin değil, şairin cinsiyeti vardır’... sözünüzü biraz açıklar mısınız?

Aslında hiçbir sanat yapıtının cinsiyeti yoktur. Çünkü sanatçı önce insandır. Neden söz ederse etsin… Bunu başaramazsa, yapıtı didaktik bir slogan olur o kadar. Yaşamaz, nefes almaz. Cinsiyetini bütün dünya ile birlikte algılar sanatçı. Sınıfsal ve ideolojik konumunu da. Ama sanatçı siyaset yapmaz. Cinsiyetçilik de yapmaz. İster kadın ister erkek olsun. Cinsiyetinin varoluşu ile yazar kuşkusuz ama bu sanat yapıtına bir cinsiyet yüklemez. Her insan o yapıta kendi cinsel eğilimi ile bakarak bambaşka bir izlek yakalar. Sanat yapıtı, görenindir. Gören ona istediği cinsel eğilimin penceresinden bakabilir. O nedenle sanat yapıtı insanidir, cinsiyetsizdir.

Kadın olmak ise, uzun uzun sözü edilecek tarihsel bir çile. Varoluşumuz ilk ötekidir bizim. İşimiz uzun ve zor. Ama burada karşı karşıya geldiğimiz erkek cinsi değil, sistemin kendisidir. Eğer erkek ve kadının farklılığını karşıtlık olarak gösteren ve her cinse de sınıfsal ve cinsel roller yükleyen sistemi göremezsek, ne siyasi, ne de sanatsal duruşumuz sağlam olmaz.

Erkek olmak da kadın olmak kadar hüzünlü ve zor bu dünyada. Belki bizden çok daha yalnızlar ve çoğu farkında değil. Rolüne sıkı sıkı yapışmış yaşıyor.

  • Son dönem kadın şairlerden şiirlerini beğendiğiniz, takip ettikleriniz var mı?

Bu çok tartışmaya yol açabilecek bir soru. O nedenle, isim vermeden yanıtlayayım. Şair dişilerin sesleri çok güzel, çok… Hüzünlü bir koro olarak yükseliyor duyabilen için. Hepsini dikkatle okuyup, izliyorum.

  • Siz Kürtçe'ye şiirleri çevrilen ilk Türk kadın şairsiniz? Nasıl gerçekleşti bu süreç anlatır mısınız?

Değerli Kemal Burkay ile o daha yurtdışındayken bir söyleşi yaptım, bir dergi için. Uzun süre, yazıştık, dost olduk. Ben bir şiir kitabımın Kürtçe ’ye çevrilmesini çok istiyordum. Bazıları çok meraklı biliyorsunuz, İngilizce v.b dillerde şiirlerinin biliniyor olmasına. Hiç karşı değilim kuşkusuz. Bir de bu ülkenin kadim dilleri var… Ermenice, Rumca, Kürtçe… gibi. Ben o dillerden birine kitabım çevrilsin istedim. İstanbul’un yedi ana dili var, hala şarkılar ve türkülerle bize seslenen… Kürtçe bu yedi dil içinde benim hayran olduğum çok zengin bir dil. Ben Türküm ve Türkçe’yi çok seviyorum. Ana dilim onurum benim. Tanıyanlar bilir Türkçe konusunda çok titizim.
Ana diline karşı benim gibi titiz bir insan, bir şair, bir eylem adamı Sevgili Kemal Burkay, kendisi talip oldu şiirlerimi çevirmeye ve benim hayatımın en mutlu günlerinden biridir o gün. Minnettarım.

  • Zaman zaman Avrupa'da da söyleşilere katıldığınızı biliyoruz. Bu bağlamda Berlin’deki okuyucu kitlesini nasıl değerlendiriyorsunuz, sizin gözleminizle geçmişten bugüne okuyucu kitlesinin profilinde ve şiire bakışında bir değişim söz konusu mu?

Berlin de dâhil, görebildiğim tüm Avrupa kentlerinde şiire aşırı bir merak var. Ama şiir kültürü çok eksik. Özellikle şaire bakışta bir üstünkörülük ve hafifseme var. Bu önyargıyı şair kılığında gezen yetersiz muhterislerin de beslediği kuşkusuz. Bir şeyler yazmak için, kâğıt kalemin yettiğini sananlar için, sık sık, balerinlerin ayaklarını paylaşırım. Bale yapmak için ayaklara sahip olmak yetmez... O ayakların parçalanmasını göze almak gerekir. Balerin ve baletlerin ayakları en acı çeken ayaklardır. Tıpkı şairlerin ruhları gibi. Sanatçı çağından sorumludur çünkü. Bir şiir okuyucusu, şiiri ve hatta onu yazan şairi kendi kültür bilinci kadar kavrar. İlyada örneğin; Venüs aşk tanrıçasıdır o şiir formatında yazılmış destanda. Sıradan okuyucu için bu bilgi yeterlidir. Aşk tanrıçasını da kendi aşk anlayışı kadar kavrar. Zühre yıldızının Venüs olduğunu bilmez örneğin. İlyada'nın köleci toplum ve çok tanrılı dinler döneminde yazıldığından haberi bile yoktur. Türkiye'de sıradan Türk ve Müslüman biri, Avrupa'da daha tutucudur. Çünkü insanlığı bir bütün olarak gören bir bakıştan yoksundur. En iyiyi o bilir. Yabancılık duygusunun aşağılık kompleksine eşlik ettiği bu sıradan insan yurt dışında bir ulus yurttaş canavarına dönüşür. Buna Avrupalının bakış açısının ne kadar etken olduğu konusunda bir tez yazılmalıdır. Bu nedenle Türkler şiirde halk şiiri, müzikte türküden öteye gidemez. Türkülere aşığım, ama Mozart'a da aynı tutkuyla bağlıyım. Mozart'ın kentinde oturur onun tek notasından haberi bile yoktur. Sıradan bir Avrupalı Mozart'ın kim olduğunu bilir de örneğin Stefan Zweig'ın Naziler'den kaçarken son evinin Salzburg'da olduğunu bilmez. Aydın insan, her ulustan azalıyor ve ulus sevgisi insan sevgisinin önüne geçiyor.İnsanla insan arasındaki her türlü ilişkinin metaya dönüştüğü azgın kapitalist dünyada, şiir her halk tarafından duygusal bir alan olarak algılanıyor. Oysa şair duygusal değil, duyarlı olan kişidir. Duygularımızın çokluğu yetmez şiiri anlamlandırmaya; duyarlılık alanlarımız derin ve geniş değilse, şiir basit bir metin haline dönüşür. Hiç bir eğitim sisteminde ilkokuldan beri şiir bilinci veren dersler yok. Diğer sanat dersleri de çok farklı değil. Kimlik erozyonuna direnmeyi ruhu için birincil sayan Türkler tüm Avrupa'da insani kişiliklerini korumak için, önce milli kimliklerine sarılıyor ve şiire bu perspektiften bakıyorlar. Oysa sanat, yöresel olduğu kadar, evrenseldir... Yani ;Hamlet bir Danimarka prensidir.Yazan İngilizdir. Acıları ise evrensel.
Yeni kuşak ise, Türkçe ile pek fazla ilgili değil. Şiire pop müziğine bakar gibi bakıyor. Meşhur ve güncel olanın ve kolay anladığının peşinden gidiyor. Durum çok iç açıcı değil. Beni sevindiren tek şey, kadınların şiirle daha sıkı bağlar kurmaya çalışmaları oldu. Bu inanılmaz bir sevinç...

  • Son soru olarak... sizin deyiminizle eli kalem tutan kadınlara tavsiyeleriniz nelerdir?

Kendilerine ait bir odada, en kısa zamanda maddi özgürlüklerine kavuşarak, ömür boyu yazmaları… Yazmanın yaşamak olduğunu bilerek… Ya da resim yapmaları, deklanşöre basmaları, beste yapıp şarkı çığırmaları… Sinema senaryoları yazıp çekmeleri… Ve çocuk sevmeleri, ellerini yeryüzünün başından ayırmadan evrenin dişi vicdanları olarak bir taşı bile okşamayı unutmamaları.