Gerçekte ne istediğimizi nasıl biliriz? Her şey çocuklukta başlar ve çocukken ne istediğimize anne babalarımız karar verir. Yüz ifademize ve çıkardığımız seslere anne babalarımız bir anlam yükler, acıkıp acıkmadığımıza, uykumuzun gelip gelmediğine, gazımızın olup olmadığına karar verirler. Ya yanlış anlam yükledilerse?.. Bir çeviri yanlışı söz konusuysa?.. Deneme yanılma yöntemiyle gerçek isteğimiz yine de ortaya çıkarılabilir. Eğer çocuk, her ağladığında anne babası tarafından acıkmış olduğuna karar verilir ve zorla yedirilirse, büyüdüğünde de canı ne zaman sıkılsa yemek yemeye yönelebilir. İstemsizce, morali her bozulduğunda insanın kendisini buzdolabının karşısında bulmasının böyle bir arka planı olabilir.

Yine ki, çocuklar zamanla dili kullanmayı öğrenirler ve isteklerini doğrudan dile getirebilirler. Ama dil, sonuçta bir uzlaşma alanıdır ve size verili bir dizge aracılığıyla kabul edilebilir hale getirilen isteklerin ne kadarının bilince, ne kadarının bilinçdışına, ne kadarının kendinize, ne kadarının başkalarına ait olduğu karışabilir. Hem her şeyi isteyen, hem de hiçbir şeyi istemeyen, ne istediğini gerçekte bilemeyen çocukları ve yetişkinleri düşününce…

Uzunca bir süredir hiç sıkılmadığımı fark ettim. Artık ne istediğimi biliyor olmam mı bunu sağlamıştı? Bana sıkıcı gelebilecek durumlardan kendimi koruyabildiğim için mi? Beni kitaplarımla birlikte bir adaya tek başıma bıraksalar, sıkılır mıydım? Şimdiki hayatım da kitaplarımla bir adada yaşıyormuşum gibi olduğuna göre… Peki ya kitaplar olmasa?.. “Kırmızı Kaplumbağa” adlı Michaël Dudok de Wit’in animasyon filmini izlerken, hepimizin gerçekte ıssız bir adaya terk edilmiş olduğumuzu düşünmüştüm. Doğayla ilişkimiz, aşka neden ihtiyaç duyduğumuz ve arzularımızın çaresizliğimizle, terk edilmişliğimizle ilişkisi üzerine bir yığın duygu ve düşünce…

Kendi adamda sıkılmıyor oluşum, sanırım sıkılmaya tahammül kapasitemin artmasıyla ilgili. Günümüz insanı, sıkılmaya karşı dirençsiz. Sanki herkes sürekli ilginç, eğlenceli, mutlu bir hayat sürmek zorundaymış gibi... Sosyal medya da bunu kışkırtıyor olmalı. Gerçekte ne istediğini anlayabileceği bir sıkılma ânına tahammülü olmayan, yeni bir ilişki ya da yaşam için kendine zaman tanımayan, olmaktan çok sürekli yapmak üzerine kurulu bir yaşam… Sıkılmanın gerçekte ne istediğimizi anlama sürecinin bir parçası olduğunu görmezden geliyoruz çoğunlukla. Tatil dönüşü, çoğu kişinin “çalışmayı özledim” demesinin böyle bir nedeni olabilir. Bazı çiftlerin tatile çıktıklarında, gündelik hayatın koşturmacası içinde yüz yüze gelmedikleri sorunlarla karşılaşıp kavga ederek evlerine dönmeleri de böyle bir şeydir belki.

Adam Philips, “Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine” adlı kitabında, sıkılmanın, geliştirilmesi gereken bir beceri olduğu öne sürüyordu. Sıkılmanın içinde durabilmek, ürkmeden, kaçmadan… Bion’un “Boş bir alana tahammül edememek, mevcut alan miktarını sınırlar” sözünü düşününce…

Sıkılmakla ilgili bu sıkıcı yazıya son verip dışarı çıkmak mı istiyorum şu an? Ne çok sıkıntı var, türlü türlü ve her sıkılmanın içinde taşıdığı bütün o belirsizlikler, olasılıklar, egoya saldıran dürtüler… Sıkılma bastırıldıkça içeride büyüyen o boşluk, gerçekte ne istediğini bilememe hali… Adam Philips, sıkılmayla ilgili yazısının sonunda, “İnsanın, cazip bir hayat sürmediğini fark etmeye başlayınca yetişkinliğe adım attığını söyleyebiliriz” diyor. Büyümenin korkutucu yanı da bu olsa gerek, arzuların eski canlılığını yitirmesi. Ama zaten onların canlı olmadığını, fantezilerle örülü olduğunu fark edip, gerçek arzuları keşfetmek olarak görülemez mi büyüme? Belki de büyümekten anlaşılan şey değişmeli, normalleşmeyi teşvik eden başkalarının arzuları ve çocuksu arzuların dışına çıkmamızı sağlayan sıkılmayla…