Korku en çok sokaklarda peşindeydi Zehra’nın. Varlığından da yokluğundan da korktuklarıyla doluydu sokaklar

Sil baştan

NİLÜFER ALTUNKAYA / @nilaltunkaya

Zehra’ydı sonsuz bir inattı, sabırdı, dökülürdü Zehra, savrulurdu, kanardı.

Hep korkularla dağlanırdı içi. Korku babasına benzerdi, ağabeylerine. Korku erkekti.

Her günkü gibi bir gün, günün en orta yeri. Zehra vurup kapıyı çıkacak. Annesine, babasına, ağabeylerine “eh be yeter artık!” diyecek. Konuya komşuya sırtını dönüp, kimseleri duymaz olacak. Avni Bey’e çarpacak kapıyı, peşinden gelmesin diye, o koca göbeğiyle, yuvarlak yüzü, tuhaf bıyığıyla. Kimse gelmesin arkasından.

Korku en çok sokaklarda peşindeydi Zehra’nın. Varlığından da yokluğundan da korktuklarıyla doluydu sokaklar. Korku Zehra’ya has bir şeydi. Mesela Derya’da olmayan bir şeydi. Derya babasından hiç korkmazdı. Derya’ya korku uğramazdı. Çünkü babasından korkmayarak bütün korkulardan kurtulmuştu. Sevgilisi Murat’la durağın önünde, Murat taksinin kapılarını açmış, İbo’yla inletirken ortalığı hem de, Derya arkasına yaslanır taksinin, Murat da dibinde pozlar takınır, cilveleşirlerdi.

Sonra Murat her fırsatta o uçuk mavi gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açık, bıyıklarını burarak, gümüş tespihini elinde havalı havalı sallayarak, Derya’nın kuaföründen kafasını uzatır. Müşteri yoksa hemen içeri dalar. Beraber çay içerlerdi. Belki başka şeyler de yaparlardı. Belki Murat kolunu Derya’nın omzuna atar, yanağına bir öpücük kondururdu. Derya bu, hiç korkmaz, ucuz parfüm kokusunu içine çekerek belki başını Murat’ın göğsüne bile yaslardı.

Sonrasını düşünmeye korkardı Zehra. İçi ürperirdi. Hele ki bütün bunları Mehmet’le kendisi için düşlemekten avuçları terler, yüzünü ateş basardı. Günaha girdim yine, diye diye düşlerdi işte Mehmet’i.

Şimdi Zehra günün böyle orta yerinde kapıyı çarpıp nereye gidecek? Nereye giderse gitsin korkuları da onunla gelmeyecek mi? Ama Zehra bu kez kararlıydı. Bunca yalanın orta yerinde bir yalana dönüşmeye tahammülü kalmamıştı.

Gidecek bir yer…

Zehra yeterince sustu. Başını öne eğip, gözleri dolu dolu, “neden ben,” diye sorar gibi sustu. En çok annesine gücendi. “Evlenmem ben o adamla,” dedikçe onu duymayan annesine sustu.

Bir akşam Zehra’yı istemeye geldiler. O yılışık çocukla hem de, “napiyim öksüzse, bana ne,” dedi Zehra, onu alıp Avni Bey’e vermek için, kahveler pişirildi, o yılışık çocukla Avni alsın Zehra’yı gidiversin diye, Zehra en çok annesine sustu.

Acaba Mehmet onu düşünüyor muydu hiç? Acaba duyunca ne yapacaktı? Acaba Zehra kapıyı çarpıp Mehmet’e gitse, “kaçır beni,” dese miydi? Mehmet’in o kumrallığına uzun uzun baksa mıydı? Kurtar beni artık, deyip boynuna sarılsa mıydı? Acaba Zehra bunca korkudan arınıp Mehmet’le el ele…

Zehra en çok “Allah’ın emri” demelerine sustu. Peygamberin kavliyle… Zehra, o yılışık şapşal çocuk, o koca göbeğiyle Avni Bey denilen adam geldikçe aklına, “hıh müteahhitmiş, bana ne, is-te-mi-yo-rum,” diye diye ağladı. Sustu.

Gidecek tek bir yer vardı. Annesi onlara asla gitmeyeceksin, gönlü olmayan kötü yola düşmez, o şıllıkla görüşmeyeceksin, dese de yine de gizli gizli uğrayıp, günahın sevabın hesabını Allah’a bırakmak gerektiğini anladığı o ev vardı.

•••

Sonra Sevtap günün orta yerinde yüzünde eski bir buğuyla geri döndü. Artık bir daha gitmeyecekti. Kitaplarını aldı yanına, bir odaya sığdırdı her şeyi. “Yeniden başlıyoruz,” dedi annesine. “Az kazanırım ama bir iş bulurum elbet,” dedi.

Kuşlar taşıdı sanki Sevtap’ı kanatlarıyla o yeni güne. Kadifemsi, uçsuz bucaksız bir mavilik getirdi peşinden Sevtap. Bir çocukluk ülkesinden koştu geldi, yorgun.

Yüzüne bakan kötü gözlere, arkasından söylenenlere, nedenlere, niçinlere, acabalara, keşkelere aldırmadan çıktı geldi. Geceleri gizli gizli ağlasa da gündüzleri kimseye belli etmedi. Geçmişinin peşinden gelmesine izin vermemek için bir uzak masala bağdaş kurdu. Günler böyle geçip gitmeye başladı sonra. Sevtap üzerinde gidip gelen adamların karanlığından sıyrılıp, bedenindeki dokunuşların bıraktığı sızıyı soyundu yavaş yavaş. Evin bir telaşı olmalıydı artık.

Sevtap eve döndüğünden beri, konu komşu annesini görmeye de uğramadığı için kapı çalınca merakla açtı. Karşısında Zehra’yı böyle incecik, böyle kırgın bulunca içi burkuldu.

“Hayırdır Zehra,” dedi. “Ne bu halin? Girsene içeri.”

Zehra ürkek bir kuş olmuştu, Zehra artık korkmayan ürkek bir kuş olmuştu. Sonra günlerdir kimselerle konuşmayan, Zehra,

“Ben o adamla evlenmem Sevtap Abla! Ölürüm daha iyi!” dedi.

Hıçkırıklara boğuldu oracıkta öylece.

Şimdi Sevtap; Zehra sen gücenik de olsan sımsıcak bir başlangıçsın. Ellerin her işin üstesinden gelir, senin olduğun her yer ışıldar, sen oyunsuz geçen çocukluğuna inat öyle masumsun ki, dese,,, bak ben nelerden geçtim, nasıl da yorgunum şimdi, ne zor şeyler yaşadım bir bilsen, dese,,,

Ne güzeldi Sevtap böyle. Eskisi gibi. Koyu saçları buğday teniyle, narin bir gül olup rengine kavuşmuştu. Gülümseyişinde bir tedirginlik, yürüyüşünde bir çekingenlik olsa da. Hem aldırmıyor hem de biri kötü bir laf söylerse diye tetik üstünde bekliyor gibiydi. Sevtap kendisine sil baştan başlamış gibiydi.

Bir karşı kıyı olmalı, atılacak bir adım, tutunacak bir el. Sevginin, esirgemenin açacağı yeni bir yol, çalınacak bir kapı. Gidecek bir yer…

“Dur bakalım, biraz sakinleş hele. Bir çare bulunur elbet,” dedi Sevtap. Sarıldılar.