Mekke’de 750’den fazla insan öldü ya, şeytan taşlarken; vıcıklardan biri çıkıp, sırıta sırıta “teknoloji çağında doğadaki taş yetmiyor; önder ülke olarak bize yakışan Demirtaş’ı bir F-16’ya yükleyip şeytanın tam tepesine bırakmaktır; böylece hem biz kendisinden, hem de hacılar şeytanın gazabından kurtulmuş olurlar” gibisinden bir laf ederse hiç şaşırmam: Duyarlılık, ahlâk ve akıl olarak seviye, tam tamına bu; reisiyle soytarısıyla, makûlenin tümü için.

İşte, bu seviyeden ele aldılar Kürt meselesini. ‘Süreç’ adı altında feodal benzeri bir yapıyı kuracaklardı: Merkezi otorite/halife-sultan, Erdoğan; süzeren, yani yerel senyör ise Öcalan. Ama, senyör tutsak/rehine, kısacası ‘içeride’; silahlı/savaşçı güçleri ise Kandil’de/‘dışarıda’ olmak üzere. Bu durumda, senyöre bağlı/Kandil’le bağlantılı gruplara bazı feodal ayrıcalıklar tanımak, devletin tekelindeki bazı işlevleri şu ya da bu ölçüde üslenmelerine izin vermek zorunlu; ama, açıkça söylenmek/adı konulmak/yasal bir zemine oturtulmaksızın; görmezden gelmek, göz yummak suretiyle: Devlet egemenliğinden pay alıyorum derken, yasa-dışı faaliyette bulunan mücrim durumuna düşürülmek. Bu ise devletin elinde büyük bir koz, istediğinde/gerektiğinde kullanacağı.

Aslında her şey Erdoğan’ı tek adam hâline getirmek içindi: Yasal muhalefet ya tümüyle ‘süreç’ dışı, ya da en fazla postacı konumunda; kendisi ise yasaların bağlamadığı üst-karar verici; “analar ağlamasın” diye, ‘barış/çözüm’ yolunda; kendisine karşı çıkmak ise kan dökülmesinden, savaştan yana olmak.

Bu şekilde, Erdoğan kendi yasa-dışılıkları üzerinden yasalar-üstü/hukuk va’z eder bir konuma tırmanmış oluyordu; yaşlarına başlarına bakmadan ‘pompon kız’lığa soyunan ‘âkil’lerle, gerçekte var olmayan bir durumdan vazife çıkartıp ortalığa fırlayan ‘taraflar-arası görüşme uzmanları’ sayesinde. Oysa, ne projeyle ‘kardeşlik’ kurulur, ne de pazarlıkla ‘barış’ olurdu; ayrıca insanların bir arada barış içinde yaşamaları için illaki kardeş olmaları da gerekmezdi.

Taa ilk günden söylemiştim: Eli silaha bile değmemiş insanlar teröre yardım, yataklık vb… ile suçlanıp binlerle ve gösterilerle içeri atılır, sivil siyaset sınırlanır/cezalandırılır iken, ‘terör örgütü’yle/lideriyle görüşmelere girmek ahlâksızca, çelişkili, gayri-samimî; bunda bir barış ışığı görmek de, yalakalık değilse, hepten dangalaklıktı. Bu oyunu tezgâhlayan siyaset işportacıları ise sadece eleştirilmek değil, en kesin/keskin şekilde lanetlenmeliydiler; zira, niyetleri cumhuriyet doğrultusunda bir demokratikleşme değil, her şeyi halkın dışında tutulacak al-ver ilişkilerine dayanan bir zorbalık rejimi kurmaktı.

Her şeyden önce, vatandaşlık statüsü fiilen ortadan kaldırıp, insanları etno-kültürel ve/veya mezhepsel temelde ayırıma tâbi tutuyor ve en temel vatandaşlık haklarını yine bu temelde pazarlık konusu yapıyorlardı; üstüne üstlük, pazarlıkta kimlerin kimleri temsil edeceğine de yine kendileri karar vermek üzere.

AKP, daha doğrusu onun başındaki ‘reis’, hem cumhuriyet, hem de demokrasi düşmanıydı; dahası, halkı bir yandan Kürt ve Kürt olmayanlar olarak bölerken, Kürt siyasal hareketine/Öcalan’a muhalif Kürtleri de satmış oluyordu. Bu arada, şunu da unutmayalım: Bir devletin muhatabı yine başka devlet olabilir. Devlet kendi vatandaşlarından oluşan bir örgütü muhatap olarak aldı mıydı, o masadan anlaşarak kalkmanın tek bir koşulu vardır: Kendi devlet yetkilerinden bir bölümünü muhatap aldığı örgüte devretmek; yani, topyekûn bir demokratikleşme değil, zorbalıkta kendine bir suç ortağı yaratmak.

Sivil siyaset 12 Eylül’ün öngördüğünden de fazla önü kesilip cezalandırılırken, devlet tarafından muhatap ve ka’le alınmasını elindeki silaha borçlu olan bir örgütün bırakacağı en son şey de yine silahı olacaktır; kendi silahlılığını kısmen de olsa yasallaştırmayan hiçbir çözüme rıza göstermeyeceği, gerek elini güçlendirmek için, gerekse masa devrildiğinde sarılacağı ilk şeyin de silahı olacağı açıktır. Silahsız siyaset engellenip cezalandırılırken, silahlının muhatap alınması, aslında silahlı siyasetin ödüllendirilip teşvik edilmesi, dolayısıyla silaha/silahlılara sarılmayı gerek örgüt içinde, gerekse devlet karşısında söz sahibi olmanın koşulu hâline de getirmiş olacaktır.

Toplumsal grupların örgütlerine indirgenemeyeceği bir veri iken, elindeki silahı şu ya da bu ölçüde/formül çerçevesinde yasallaştırmaksızın anlaşmaya varan bir örgüt ve liderliğin kendi tabanı üzerindeki hâkimiyet ve kontrolünü yitireceği, bunun sonucu olarak ya liderliğin el değiştireceği ya da paralel örgütlerin ortaya çıkacağı, bunu bilen bir liderliğin ise kendi rızası hilafına dahi olsa silaha başvuran yerel unsurları tümüyle dışlayamayacağı da açıktır.