Metinler arası aşamaya gelmeden önce tutsaklar arası bir aşamadaydım. 

Silivri 1 No’ lu Hapishanesi'nde, 25.12.2012 tarihinde Mustafa Balbay, Soner Yalçın ve Tuncay Özkan ile görüşmeye gittim. PEN'in temel ilkesini bir kez daha hayata geçirmek üzere; tüm düşünce özgürlüğü ihlallerine karşı ayrımsız karşı durmak, ihlale uğrayanın yanında olmak; Türkiye'de ve tüm dünyada.
       
Görüş için bildik kayıt işlemleri. Silivri'nin kapıları "iris" tanımlaması ile çalışıyor. Gidenler bilir. Gözünüz bilgisayar ortamına kaydedilir. Sonra koğuşların girişindeki aygıttaki iki küçük aynaya gözlerinizi yaklaştırarak demir parmaklıklı döner kapının açılmasını sağlarsınız. Kapıları gözleriniz açar yani. Ama benim biraz çekik yörük gözlerim kayıtta da, kapı açmada da her zaman sorun çıkarıyor.  Çünkü bu aygıtlar normal gözler için programlanmış.
        
Görüş listesini veriyorum. İlk görüşmeci Tuncay Özkan; şimdilik beş yılı doldurmuş durumda. 12 Eylül'de sorular soruluyor ve yanıt isteniyordu, diyor. Şimdi yanıt istemiyorlar. Soru da sormuyorlar. Sadece "Her şeyi biliyoruz" diyorlar… Dosyasının özeti tek cümlede; temel sorun, suç yok, kanıt yok, ama bu siyasi bir dava ve siyasi davalarda suçlama kanıtları asla çürütülemiyor!
        
İkinci görüşme Balbay’la. Bir yazar olarak içeride yazamama sorunu var. Yazara haftada iki saat bilgisayar vermek aslında tam bir cezalandırma. Çünkü orası yüksek güvenlikli cezaevi. Ve tek unsur, güvenlik unsuru. İnsan unsuru yok, yazarlık zaten suç!
       
Son görüşme Soner Yalçın’la. S. Yalçın “Birgün’ün durumunu” soruyor, görüşme yerine girer girmez. Gazeteci refleksi. İki gün sonraki duruşmayı en sonda konuşuyoruz. Neyse ki tahliye oldu da, yazının bu bölüm yeşerdi biraz!
         
Görüşme sonrası, dışarısı hafif esiyor. Şapkamı yanıma almamışım. Aslında yanımda avukat şapkam var. Sonra, yarım bir yazarlık-şairlik şapkam. Bir yarım şapka da iletişim eğitiminden. Ve şimdi de sinema öğrenciliği şapkası. Farklı disiplinlerden farklı şapkalar.
        
1 no’lu hapishaneden baktığınızda, 1 ve 2 no dışında, diğer tüm hapishaneler toprağa gömülmüş gibi aşağıda. Kuzey-batıya bakan hafif eğimli arazide gizli birer "ceza yerleşkesi" ya da ceza sömürgesi. Ufukta ayrı bir dünya; çiftlik evleri. Al eline kamerayı çek, film olsun. İçerde duyulan sesleri de ekle: Uzaktan duyulan demir kapı açılma kapanma sesleri. Anlaşılmayan, insan konuşmaları, bir de belirsiz bir uğultuyla homurdanıp duran beton kütle. Bunca yıldan sonra sinema öğrenciliğinin taze hevesi ile böyle düşünüyorum belki. Gerçi sinema zehri kırk yıl önce girmişti kanıma. Patlangıç ovasına pamuk ektiğimiz zamanlarda. Prodenya kurduna karşı kullandığımız folidol şişelerinden kumbara yapıp, o paraları sinema biletine harcadığımız dönemde. Şişede kalan ölümcül artık zehirlemedi ama sinema zehri girdi o zaman kanımıza. O zehrin, pek çok genç kızın ve erkeğin intihar aracı olması ayrı bir folklorik araştırma konusudur.
      
Ne tam avukat, ne tam şair-yazar, ne iletişimci, ne de tam sinemacı. Ortada kalma, ya da arafta kalma hali. Metinler arası veya disiplinler arası bir araf.
      
Şimdi burada, özgürlükle tutsaklığın arafında. Ben çıkar giderim. Baronun minibüsüyle ya da yürüyerek nizamiyeye iner, dışarı çıkarım. İçerdekiler içerde kalır. Böyle
bir araf. Kalanla giden arasında.  Bu arada Patlangıç ovası neresi derseniz; şimdinin "yeni" Fethiye'sinin yarısı olan yer...

Haftaya dize; “parçalanır nar nehrine usulca” (Maksut Koto, Berfin-Bahar Aralık, 2012)