Türkiye’de siyaset her gün biraz daha nekrosiyaset biçimini alıyor. Diğer bir anlatımla, artık siyaset ve egemenlik büyük ölçüde, kimin ve neyin öleceğine, dolayısıyla da kimin ve neyin hayatta kalacağını karar verme etrafında tanımlanıyor ve işliyor.

Kuşkusuz bu tür bir ifade en uç noktaya işaret ediyor; bu sürece eşlik eden cezalandırma, kimin içeride kimin dışarıda olacağı, kimin çıplak koşullara itileceği, kimin çalışma olanaklarının elinden alınacağı gibi tercihler de sözünü ettiğimiz nekro-siyasetin tanımlayıcı öğeleridir.

İki genç eğitimci, Semih ve Nuriye’nin uzun süredir cezaevi koşullarında devam eden açlık grevi son derece kritik bir aşamaya gelmişken, geçtiğimiz günlerde kendi istemleri dışında mahkemeye çıkamadılar. Mahkeme gıyaplarında tutukluluk hallerinin devamına karar verdi. Bu iki genç insan, bu kararla yaşamla ölüm arasına çizilen ince çizgide, artık ölüme biraz daha yakınlar.

Lakin yine birkaç gün önce gördük ki, nekro-siyaset yaşamla ölüm arasındaki tercihin belirlenmesinden öte bir duruma işaret ediyor. HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk'un, Ankara'da hayatını kaybeden annesi Hatun Tuğluk’un İncek’te defnedilmesine güvenlik güçlerinin gözleri önünde izin verilmedi. Kendilerine milliyetçi diyen bir kesim tekbir getirerek, “burası sizin topraklarınız değil” dedi Tuğluk ailesine! Siyasetin ölüm noktasında da bitmediğini utanç içinde kalarak görmüş olduk.

Aynı günlerde, Hatun Tuğluk’un bedenin defnedilemediği İncek’e bağlanacak bir yol için ODTÜ arazisine Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yüzlerce araç ve iş makinesi girdi ve binlerce ağacı yok ederek, öğünç kaynağı haline getirilen bir biçimde bir gece içinde 4,5 km olduğu söylenen yolu açtılar. Alanın müdahaleden önceki ve sonraki halini gösteren görsellere bakmak ölümle yaşam arasındaki tercihin birincisi lehine kullanıldığını net bir biçimde gösteriyor. Aynı resmin nekro-siyasetin sadece yaşamımızı değil, yaşam alanlarımızı da hedeflediğini gösterdiğinden kuşku yok!

Ölümle yaşam arasında seçimler içeren ama seçimleri yaşamları karar noktasına konulanların yapmadığı, bu tür bir siyaset biçiminin “kaybedenler” tarafında nasıl işlediğine iyi bakmak gerekiyor.

Şu bir gerçek ki bu tür bir siyasetin işleyişinde, egemen karşısında duranların ana refleksi kaçınılmaz olarak yaşamın ve yaşam alanlarının savunulması biçimini alıyor. Ancak tam da bu noktada, böylesi bir karşı duruşun zaman ve mekân koordinatları “şimdi ve burada” olarak tanımlanıyor ya da tanımlanmak zorunda kalıyor. Sorun şu ki, “şimdi ve burada” çoğu durumda artık kaybedilmiş bir mücadele sürecinde, onurlu son bir direniş ve duruş olmaktan öteye geçemiyor; yenilgi kaçınılmaz hale geliyor.

ODTÜ yolu soyut görünen bu değerlendirmeyi somutlaştırmak için iyi bir örnek. Ankara bütünü için de geçerli olmakla birlikte, Eskişehir Yolu olarak bilinen aks üzeri ve etrafında uzun süredir devam eden bir yığılma ve yoğunlaşma var. Geçtiğimiz dönemde bu aks üzerinde, Nazım Plan kararlarına da aykırı biçimde mevcut imar haklarının 4-5 katını bulan ek imar hakları verildi. İşlev değişiklikleriyle, kamu kurumları ve şirketlerin devasa binaları bu aks üzerinde yükseldi. İmar hakları açısından, “bir istediler iki verdim” denilen alışveriş merkezleri de bu aks üzerinde inşa edildi. Eskişehir Yolu bu yoğunlaşmadan doğan taşıt trafiğini taşımakta zorlanırken, Bilkent Şehir Hastanesi’nin de bu aks üzerinde yer seçmesiyle, alternatif yol aksları üzerinde geniş arazisiyle yer alan ODTÜ hedef haline geldi.

Bu baskıların bir sonucu olarak yakın zamanda ODTÜ arazisinden iki yol, olaylı biçimde de olsa geçirilmiş oldu; üçüncüsü de yolda.

Dikkat çekilmesi gereken nokta, her iki yolun geçirilmesinde de geniş kamuoyunun tepkisinin yol inşası gündeme geldiği noktada ortaya çıkmasıdır. Ne yazık ki, söz konusu yolları dayatan birçok olumsuzluk birer birer örülürken, bütünlüklü ve uzun vadeli planlamaya inanan birkaç meslek odası ve üniversite bileşenleri dışında neredeyse hiçbir kesimden itiraz gelmedi. İmar hakları beş kat artırılırken, “bu artışın karşılığı olacak yollar nereden geçecek” diye sorulmadı. İtiraz sorunun yanıtının ODTÜ arazisi olarak verildiği noktada başladı ve artık çok geç olduğunu en az iki kez yaşayarak gördük.

Yaşamı savunmak kalp krizinin geçirildiği noktada olamaz. Bu aşamada yapabileceğiniz krizi en az hasarla geçiştirmenin yollarını aramaktır. Bunun ötesinde yapılan sosyal medya da yasak savmaktır.

Görünen o ki “şimdi ve burada” refleksinin ötesine geçemezsek, nekro-siyaset karşısında ne yaşamı ne de yaşam alanlarımızı savunmak mümkün olmayacak. Benzer bir yenilgiyi, kısa bir süre sonra şehir hastaneleri açılıp, sonuçlarıyla karşılaştığımızda da yaşayacağız. Tıpkı 3. Havalimanı ve diğer büyük projeler de olacağı gibi.

Demem o ki; nekro-siyaset karşısında yaşamı ve yaşam alanlarımızı savunmak için, şimdi çok geç ve burası çok küçük!