Yerlerde sürüklenen, coplanan o cüppelerin düğmeleri yoktur; çünkü bilim insanı kimsenin karşısında düğmesini iliklemez

Şimdi dayanışma zamanı

Üniversitelerin düşünce özgürlüğünü ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü temel temel değer olarak benimsemiş, bu kültürün bütün toplumda yaygınlaşması, içselleşmesi doğrultusunda çaba gösteren kurumlar olması beklenir. Ancak böyle bir ortamda düşünen, sorgulayan, yaşadığı toplumun ve dünyanın sorunlarını kendine dert edinen kuşaklar yetişir. Bugünün Türkiye’sinde ne yazık ki, bırakın sade yurttaşın, öğretim elemanlarının bile kendi düşüncesini açıklamasına izin vermeyen, onları bizzat Saray’dan “aydın müsveddesi, karanlık ve cahil ihanetçiler” olarak karalayan ilkel bir zihniyet hâkim.

Öğretim üyelerini fildişi kulelerde yaşayan, ayrıcalıklı bir kesim olarak lanse eden, “milletin sözcüsü” sıfatıyla bizlere verip veriştiren “külhan ağızlı gericiler”den de geçilmiyor. Öncelikle, öğretim üyeleri imtiyazlı bir kesim sayılmamalıdır. İşçilerden, memurlardan, köylülerden daha saygın da değillerdir. Sade yurttaştan farkları; dünyaya, topluma, siyasete ilişkin görüşlerini ve değerlendirmelerini açıklamayı, eleştirilerini dile getirmeyi, ülkenin sorunlarına çözüm önermeyi sırf bir hak olarak görmeyip, görevleri ve sorumlulukları olarak da kabul etmeleridir. Eğitim Sen üyesi oldukları, “Barış için Akademisyenler” bildirisine imza koydukları için KHK’lerle işlerinden atılan veya emekliliğe zorlanan arkadaşlarımız işte bu sorumluluğun gereğini yapmışlardır.

Üniversiteler, ancak dinden, devletten, sermayeden bağımsız oldukları takdirde gerçek misyonlarını yerine getirebilirler. Halbuki, rektör atamalarının bile Saray’ın iki dudağı arasında bulunduğu; profesör unvanlı birtakım “mecnunların”, ”ODTÜ-Boğaziçi yıkılmalı medreselere dönülmeli” fetvaları verdiği; üniversite reklam kampanyalarının “fast-foodcularla” yarıştığı bir iklimde her üç vesayetin de baskısını üzerimizde hissediyoruz.Saray’a biat eden, gericileşen, ticarileşen üniversite evrensel akademik normlardan da giderek uzaklaşıyor.

Liyakat mekanizmalarının yerle bir edildiği; işin ehlinin, o işe layık olanın, bilgi, kültür ve donanımıyla o işi hak edenin akademide, bürokraside, giderek de özel sektörde hiçe sayıldığı; cemaat, tarikat, parti (tabii ki AKP!) aidiyetlerinin, Saray’a sadakatin belirleyici olduğu bir dönemden geçiyoruz. Böyle giderse, bırakın “toplumcu, eşitlikçi, özgürlükçü” bir düzen tahayyül etmeyi, kapitalizm bekası, ekonominin selameti açısından da çok vahim bir tablo ortaya çıkacak, ülke karanlık bir dehlize girecek.Üniversite diplomasına gerek bile kalmayacak ( "Zaten gerek mi vardı?" diyenleri duyar gibiyim). Muhalefet etmekten çekinmeyen; eleştirmekten, irdelemekten,sorgulamaktan geri durmayan; gerektiğinde direnmeyi göze alan bir üniversite geleneğinin gelecek kuşaklara aktarılması güçleşecek.

Yerlerde sürüklenen, coplanan o cüppelerin düğmeleri yoktur; çünkü bilim insanı kimsenin karşısında düğmesini iliklemez. Korkarım ki mevcut rektörlere, dekanlara, ekranları “şereflendiren” akademik unvanlı zat-ı muhtereme, “Saray’ın emri, RTE’nin önünde iliklensin diye bundan böyle cüppeler düğmeli olacak, talimat geldi “ deseniz itiraz eden pek çıkmaz.Osmanlı Osmanlı diyenler Fatih’in hocalara saygısını bile aklına getirmez. İşte biz düğmesini iliklemeyi kabullenemeyenler, bir sonraki KHK’yi beklerken; laikliği, bilimi, Aydınlanmayı, barışı, özgürlüğü savunmaya ne pahasına olursa olsun devam edeceğiz.

Akademisyenlik aslında uzun, zorlu, meşakkatli bir iştir. “ Yüksek Lisans tezimi bir bitireyim, doktora yeterliği geldi çattı, yardımcı doçent kadrosunu bir alsam, bari doçentlik jürisi belli olsa, profesörlük için yeni yayınlar yapmalı” derken, bir de bakmışsınız yıllar geçmiş gitmiş; kitaplar, makaleler birbirine eklenirken, bir bakmışsınız saçlarınız beyazlamış, kamburunuz çıkmış… Fark etmeden, yeni bir şeyler öğrenmeye doyamamak, merakını bir türlü giderememek,okumak, araştırmak, üretmek için çırpınmak bir yaşam biçimi haline gelir. İşle hobi, zevkle görev hissi, aklına eseni yapmakla misyon birbirine karışır.

Demem o ki, KHK’lerle görevlerine son verilen meslektaşlarımızın maaşlarını da kesseniz, pasaportlarına da el koysanız, binaların kapılarını üzerlerine de kitleseniz, o “Hoca” unvanını hiçbir zaman ellerinden alamazsınız, en güç şartlarda dahi mesleklerini icra etmelerini engelleyemezsiniz. Akademisyenlerin düşünmesinin, fikirlerini toplumla paylaşmasının, sizleri eleştirmesinin; “barış, özgürlük, eşitlik” talebini dillendirmesinin önüne geçemezsiniz. Üniversite duvarlarının içinde veya dışında bilim aşkı, akademik sorumluluk, yaratma arzusu, öğrenme merakı devam eder, hatta belki daha da yoğunlaşır…

Unutmayalım, namuslu akademisyenler; emeğiyle geçinen, yaşamlarını ve bilimsel etkinliklerini sürdürmek için herkes gibi maddi gereksinimleri olan kimselerdir. O nedenle bu keyfi uygulamalara vicdanı elvermeyenler, haklı öfkesini somut bir mecraa akıtmak isteyenler için toplumsal dayanışmanın en iyi örneğini sergilemenin tam zamanı; “Hayır”lı günler gelene, bu zulüm dönemi bitene, arkadaşlarımız işinin başına dönene kadar…