Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenler göğüslerini gere gere bir kez daha “Göçmen olmak güzel şey!” diyebiliyorlar...

Bunun sebebi de tüm dünyayı sarsan korona salgınına karşı aşı çalışmalarını en önde yürüten bilim insanları Prof. Dr. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci’yle ilgili haberler.

Almanya’da “yılın hekimi” seçilen, Avrupa’nın ilk yapay kalp nakli yapan kadın hekimi Dr. Dilek Gürsoy’la ilgili haberlerin de benzer bir etkisi olmuştu.

“Almanya Nobeli” olarak kabul edilen “Leibniz Ödülü”nün yedi yıl önceki sahibi Biyopsikolog Prof. Dr. Onur Güntürk’ün ve Alman basınında “Türk Einstein” olarak tanıtılan Fizikçi Prof. Dr. Metin Tolan’ın çalışmalarıyla ilgili yayınların da...

Almanya’ya dünya sinemasının en önemli ödüllerini kazandıran Yönetmen Fatih Akın; ülkenin en sevilen sanatçıları arasında yer alan ressamlarımız Mehmet Güler ve İsmail Çoban; Almanları gülerken düşündüren göçmen kökenli kabaretistlerin öncüsü Şinasi Dikmen ve onun açtığı yoldan ilerleyen genç sanatçılar. Alman edebiyatına yeni bir soluk getiren çok sayıda yazar da var; Almanya’yı sporun çeşitli alanlarında tüm dünyada temsil eden sporcular da. Örnekleri arttırabiliriz.

“Sadece doğduğum değil, doyduğum yer de vatandır benim için” diyerek Almanya’yı vatan olarak gören yüzbinlerce emekçinin çocukları, torunları, göç kökenli her bir başarı haberinin ardından “Göçmen olmak güzel şey!” diyebiliyorlar.

Bunları iki dilli, iki vatanlı, iki kimlikli, iki kültürlü olmayı “güzelleştiren” örnekler olarak görüp, gösterip, gururlanabiliyorlar…

Bunu söyleyerek bir göç ülkesi olduğu artık resmen kabul edilen Almanya’da “başarısız entegrasyon” tartışmalarının öznesi ya da yabancı düşmanı, ırkçı, aşırı sağcı, ayrımcı saldırıların hedefi olmaktan bir süre için de olsa kurtulmanın keyfine varıyorlar.

★ ★ ★

Kısa süre önce Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçünü başlatan ünlü “işgücü mübadele anlaşması”nın 59’ncu yıldönümüydü. Türkçe medyada az da olsa hatırlandı ancak Alman medyasında tek bir haber bile çıkmadı. Belki 2021’e, göçün 60’ncı yılına hazırlanıyorlardır, ondandır bu sessizlik.

Bizim için önemli.

Alman sosyal demokrasisinin önde gelen liderlerinden Helmut Schmidt’in tanıklığıyla özellikle.

Schmidt, konu “Almanya’daki Türkler” olduğunda, Federal Almanya Başbakanı olarak Türkiye’yi ziyaretinde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’le buluşmasına ilişkin şu anısını dillendiriyordu:

“Demirel’le ilk karşılaşmamızı çok iyi hatırlıyorum. Ankara’da buluştuk. O zaman başbakandı ve bana şöyle dedi: ‘Bay Schmidt, yüzyılın sonuna kadar Almanya’ya 15 milyon Türk daha ihraç etmeliyiz.’ Bunun üzerine, ‘Buna izin vermeyeceğiz’ dedim. Onun yanıtı ise ‘Bekleyin. Biz çocukları üreteceğiz siz de onları alacaksınız’ oldu.”

Demirel ise bu konu kendisine aktarıldığında, “Aramızda böyle bir tartışma geçmedi. Geçmiş olsa bile şaka cinsindendir. Zaten Türkiye’nin o kadar zaman içinde Almanya’ya gönderecek 15 milyon nüfusu yoktu” diyerek, bu iddiayı yalanlamıştı.

İkisi de beş yıl önce ölen bu politikacılardan hangisinin bu buluşmayı daha doğru hatırladığının artık bir önemi yok. Ancak Schmidt’in sözleri, Alman devletinin bu konuya bakışını gösteriyordu.

Bu sözleri hatırlamak, göç sürecine Almanya’nın bakışını anlayabilmek için önemli. Çünkü o dönemde federal hükümette bakan (1969-74) ve başbakan olarak görev alan Schmidt, her fırsatta Türkiye’den göçün büyük bir hata olduğunu söylüyordu. 2004 yılında Die Zeit gazetesinde yayınlanan sözleri şöyleydi:

“Almanya’ya çok sayıda yabancının getirilmesi, daha sonra federal başbakan olan dönemin Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard’ın işiydi. Aslında hedef, görece ucuz yabancı işgücüyle buradaki ücret düzeyini düşük tutmaktı. Zaman içinde sorunlar çıkmaya başladı. En belirgin sorunlar buraya gelen ya da burada doğan ikinci ve üçüncü kuşak Türklerle ortaya çıktı.”

★ ★ ★

Almanya, 30 Ekim 1961’de imzalanan işgücü mübadele anlaşmasıyla, Türkiye’den resmen işçi almaya başlamıştı.

Bir tarafta “işsiz nüfus fazlası”ndan kurtulmak ve onların göndereceği dövizlerle “bütçe açıklarını” kapatmak isteyen, diğer tarafta işgücünün maliyetini emek ithali yoluyla “ucuzlatmak” isteyen iki devlet…

Böylece göç başladı.

O günlerde tabii kimse bir “göç” başlatıldığının farkında değildi.

Savaş sonrası toparlanma dönemindeki Federal Almanya, gelen işçilerin birkaç yıl çalışıp, ülkelerine dönmesini hedefliyordu. Daha 1953’lerde dışarıdan işgücü getirilmesi planları yapılmıştı.

Ülkenin ihtiyaç duyduğu erkek işgücünün önemli bir bölümü savaşta imha olmuş ya da çalışamaz hale gelmişti. On binlercesi halen esir kamplarındaydı. Sosyalist Doğu Almanya’nın Batı’ya kaçışı önlemek için sınırları kapatması, önemli bir işgücü kaynağını da kurutmuştu.

Batı Almanya, hızla büyüyen ekonomisinin ihtiyacını karşılayacak işgücünü Güney Avrupa ülkelerinden karşılamaya başladı. Önce İtalya, İspanya ve Yunanistan’dan, sonra da Türkiye ve diğer ülkelerden işçi alınmaya başlandı.

İlk gelenler “bekar işçi” olarak, bir-iki yıllık sözleşmelerle alındı. Bu ülkeye yerleşmeleri istenmiyordu. O nedenle kendilerine Almanya’da “misafir işçi”, Türkiye’de “gurbetçi” deniyordu.

Ancak süresi biten sözleşmeler uzatılıyor, koşullar “misafir”lerin Almanya’ya yerleşmeleri adeta teşvik ediyordu. Almanya’daki kazanç düşüktü, Türkiye’de yeni bir başlangıç için kısa süreli çalışmanın yemeyeceği görülüyordu. Türkiye’deki ekonomik ve siyasal kriz de dönüş planlarının sürekli ertelenmesine yol açıyordu. Çoğunluk Almanya’yı “ikinci vatan” olarak görmeye, Türkiye’de bıraktıkları ailelerini getirmeye başladı.

Ve bu ülkedeki Türk nüfusu kısa sürede büyük patlama gösterdi.

1961’de Almanya’daki Türkiye kökenli işçi sayısı 8 bindi. 1973’te işçi alımı resmen durdurulduğunda rakam 1 milyona yaklaşmıştı.

Bugün Almanya’da bir bölümü bu ülkeye 59 yıl önce gelip, yerleşen ve dört kuşaktır burada yaşayan, Türkiye kökenli insan sayısı 3 milyona yakın.

Artık gurbetçi de misafir işçi de değiller.

Ve her zaman olmasa da giderek daha sık “Göçmen olmak güzel şey!” diyebiliyorlar.