“En” kelimesinin geçtiği sorulardan hiç haz etmem. Birbirlerine en sevdiğin film, yazar, meyve ne diye soru soran insanlar var. Bana sorulsa hemen üzerimde bir baskı hissederim. Aklıma ne film gelir ne yazar. Film izlemeyen, meyve yemeyen, kitap okumayan biri gibi bakarım. Bir yanda seçim baskısı, diğer yanda “en” kelimesinin üzerimde yarattığı gerilim. Kendime rağmen, bir « en » listesi çıkartmaya karar verdim. Başka türlüsünden. Konu başkası olmayacağına göre daha ciddiyetsiz bir dil kullanabilirim.
Son günlerde en çok «kendimi durduracak değilim» köşesine gülüyorum. Onu da derginin yeni sayılarını hâlâ edinemediğimden 6 ay geriden takip ediyorum. Sizin belki 6 ay önce güldüğünüz şeylere ben daha yeni gülüyorum. Merak edenler için Italo Svevo ve Füruğ Ferruhzad kitaplarının siparişini verdim en son. Haftaya elime geçer. Heyecanla bekliyorum. Şu an yazarken farkettim bu güzel iki insan da bir araba kazası yüzünden gitmiş buralardan.“Allah güler mi, o da ağlar mı ?” diye sorular sorduğum yaşlarda çekilen bir fotoğraf var. Kış çok sert geçmiş o yıl. Kar boyumdan büyük. Ona baktıkça sorular soruyorum kendime en çok. Bir ayağı çukurda olan insanlar gibi, bir ayağım geçmişte yaşadağımdan, yaşlanma belirtisi saymadım, eskiden herşeyin daha güzel mi bilmem ama daha derin ve anlamlı olduğuna olan inancımı. Biz öyle idealist bir kuşak olmadık, övüneceğimiz şeyler az belki diğer nesillere kıyasla. Ama radyo ve televizyon bazen bizi şimdiyle bir kıyaslamaya itiyor. Nasıl desem biz öyle programlar izlerdik ki muhabbetin orta yerinde kameraya karşı bir sigara yakarlardı. Dongi dongi diye bir şarkı daha piyasalarda yoktu. Nane likörü, şarap, küfür ve insanlara hayvan isimleri yakıştırmak sansürlenmezdi. Klip deseniz bir hikayesi olurdu, oturup yine çıksın da izleyelim diye beklerdik. Törensel bir kısmı hâlâ vardı radyoyla televizyonla kurulan bağın. Kasetleri kalemle ileri, geri sarmak gibi şeyler çok şükür geçti ama işte…En çok böyle şeyler düşünürken bulduğumda kendimi, anladım otuzlu yaşlara birkaç yıl kadar yakın olduğumu.. Artık o tahamül edemediğimi ben yapıyorum kimi zaman , homurdana homurdana, yüzümü ekşite ekşite eleştiriler savuruyorum. Çok da zevkliymiş aslında.

 

Olimpiyatlar başladığında sevinmiştim biraz. Bizim için dünya kupası daha canlı geçer olimpiyatlara göre. Burda herkes olimpiyatlardan konuşunca ben de üzerine bir iki kelimeden biraz fazlasını edebilmek için daha fazla takip etmeye karar verdim ama o kadar hırslı ve başarıya odaklanmış insanı birarada görünce strese girdiğimi farkettim. “Milliyetçiliği körükleyen..” diye başlamışken cümleme “Türkiye ilk sıralarda olsa görürdük o zaman nasıl izleyeceğini” diyen, bunu söylerek son sırada olmamızla üstü kapalı dalga geçen kişi biraz haklı gibi geldi bana. Ama “hiç alakası yok” dedim. (buarada bu yazıyı yazdıktan sonra yirmi sıra yükseldik) Benim gözümde olimpiyatlara resmi formasını kaybettiği için bol bir tshirtle yarışan atlet Ivan Ukhov damgasını vurdu. 2008’de sarhoşken katıldığı Grand Prix’de gönüllerde taht kuran Ukhov o vurdumduymaz, umursamaz, resmi tshirtünü kaybeden haliyle madalya da aldı. Bir nevi spor aleminin Jim Morrison’ı gibi duran Ukhov bu seneki olimpiyatlardan en çok aklımda kalacak olandır. En son hatta şuan dinlediğim şarkı Sophie Hunger’dan “Le Vent Nous Portera”. En çok Türkiye’de 2 bin 824 öğrencinin hapishanede olduğunu okuduğumda içimi bir umutsuzluk kapladı. G. bahsetti, yönetmenliğini Małgorzata Szumowska’nın yaptığı, Juliette Binoche’un bir gazeteciyi canlandırdığı, yanılmıyorsam fahişelik yapan üniversite öğrencilerinin anlatıldığı filmi merak ediyorum en çok. Daktilo sesiyle bilgisayarda yazmak diye bir şey varmış, en son da ona şaşrdım. Niye şaşırıyorsam…

“Biraz da kendinizden bahsedin” diye mail atan, «insan kendinden nasıl bahseder ki» diye afallayarak cevap veremediğim okurlara selam olsun.