Şimdiki zamanda yaşayan distopya

İlke Kamar

Yaşadığımız hayatın giderek distopyaya dönüşmesi, kavramın geleneksel işlevinde de dönüşüm yarattı. Bugünün ‘distopik anlatıları’ her ne kadar geleceğe dair bir anlatıymış gibi görünse de aslında dönüştürülmüş, bozulmuş bir şimdiye odaklanır. Distopik geleceğin bugünde yaşanması, distopya ile gerçek arasındaki farkın her geçen gün azaldığını gösterir bize.

Özellikle 20. yüzyılda yaşanan savaşlar ve yıkımların etkisiyle dünya edebiyatında ütopyalardan daha çok distopya türünün yaygınlaştığını görürüz. Sanayileşme ve teknolojinin etkisiyle distopyanın aracılık ettiği bir kavrayış öne çıkar. H.G. Wells’in -Zaman Makinesi (1895), Jack London’ın- Demir Ökçe’si (1908) Yevgeni Zamyatin’in Biz’i (1921) Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı (1932), George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i (1953) ve William Golding’in Sineklerin Tanrısı (1954) bugün distopya denildiğinde birçok kişinin zihninde beliren türün en iyi örneklerini oluşturur. Bununla birlikte, Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ı (1962) ve Jose Saramago’nun Körlük (1995) romanı da öne çıkan romanlardır. Bu kurgularda, bir kavrayıştan çok daha öte bir düşünme sürecine katılmaya davet edilir okuyucu. Aynı zamanda distopik kurmacalar, mekân ile zamana, burada ile şimdiye indirgenemeyen “uzak erimlerde kurgulanarak bilindik-olana-yabancılaşır”. Yazarın kaygıları, korkuları, uyarıları merkeze yerleşir. Ve geleceği, ileri bir zamanı işaretler. Bilindiği gibi distopya edebiyatının asıl gücü, toplumsal ve siyasi kritiğe odaklanmasında ve ikaz özelliği taşımasında yatar. Bu açıdan da bilimkurgu edebiyatından ayrılır diyebiliriz. Kurgusal metinlerde, baskıcı devlet düzeni, teknolojinin aşırı kullanımı, insanın biyolojik sınırları, gelecekle ilgili tasarımlar, kentlerin dönüşümü, ekolojik felaketler gibi konulara yer verilir.

DİSTOPYA İLE GERÇEK

Günümüz edebiyatında ise bazı örneklerde yaşadığımız dünyanın sorunları, bugünün gerçekleri ve yıkıcılığı metinlerde yer alır. Ama o gelecek uzak bir gelecek değildir ve alegori gerçekle yer değiştirir. Donna Haraway’in Siborg Manifestosu’nda dile getirdiği gibi ‘teknolojik cihazların çoktan bedenlerimizle eklemlendiği, teknoloji ve insan arasında benzer çapraz bağların yaratıldığı yeni bir var olma biçimi’, bir gelecek dünya distopyasında değil, bugün burada bu dünyanın gerçeğini ortaya koyar. Örneğin geçen günlerde yayımlanan (2021) Tünde Farrand’ın Kurtlar Ülkesi isimli distopik romanı, 2050’de Londra geçer. Roman, mevcut sosyal normları, kutuplaşmaları, sınıf ayrımını gerilimli bir öykünün içine yerleştirir. ‘Seçkinlerin’ her şeyi kontrol ettiği bu ülkede sıradan insanın hayatta kalması çok kolay değildir. Yeni sistemde her insan tükettiği kadar yaşama şansına sahiptir. Bu yüzden toplum belli gruplara ayrılır. Sosyal destek görenler, orta, düşük ve yüksek harcama yapan gruplar. Ürpertici atmosferde insan iradesinin de sözü geçmez pek. Hatta öyle ki belirli bir yaşa gelip, sistem için ‘işe yaramaz’ görülenlerin ötanazi edildiği, kulağa takılan iz sürücülerle insanların takip edildiği bir yaşam sürdürülür. Her ne kadar 2050 yılında geçse de günümüz dünyasının acımasız ve vahşi gerçekliğini yansıtan bir roman denilebilir Kurtlar Ülkesi’ne.

BUGÜNÜN GERÇEĞİNİN GÜCÜ

Distopik kurguların, ileri kapitalizmin ve neoliberalizmin yıkıcı sonuçlarıyla da yakından ilgilendiğini de söylenebilir. Bununla birlikte, çevresel, toplumsal ve ruhsal unsurları da kapsar bu romanlar. İklim değişikliğiyle beraber, gezegenin tüm canlıları için artan sıcaklık değerleri, buzulların erimesi ve iklimsel dönüşüm de konu edinilir.

Yakın zamanda yayımlanan (2020), Yoko Tawada’nın Tokyo’nun Son Çocukları romanı küresel ekolojinin yerle bir olduğu bir dünyayı anlatırken, felaketin tam ortasında, ülkeyi gösterir bize. Bütün devletlerin sınırlarını kapattığı bir Japonya’da geçer roman. Ekolojik sistemin çöküşüyle en kötü koşulların yaşandığı kentin hikâyesini anlatır Tawada. Ekolojiyle beraber dünya finans sistemi de çöker; dev şirketler, e-ticaret, borsalar yok olurken terk edilmiş şehirde her yeri yabani otlar kaplar. İnsanlar daha güvenli dağlık alanlarda, prefabrikler içerisinde yaşar. Romanın, modern dönemde ve sanayileşme sonrasında ortaya çıkan vahşeti, doğal felaketleri sorguladığını söylemek mümkün.

Örnekleri Türkçe Edebiyat’tan çoğaltacak olursak: 2019 yılında yayımlanan, Ekoeleştirel distopik roman Oya Baydar’ın Köpekli Çocuklar Gecesi ise yakın gelecekte meydana gelen büyük bir iklim felaketini konu edinir. Yazar, roman boyunca ekolojik bozulmanın etkisiyle yaşadığımız çağı sorgular. Dünya, kuraklık, orman yangınları, hayvan ve bitki türlerinin azalması, buzulların erimesi, küresel ısınma gibi iklim değişiklikleriyle mücadele ederken, büyük bir tufan meydana gelir. Tekvin’de, Kur’an-ı Kerim’de, İncil’de, destanlarda, söylencelerde yer alan Nuh tufanıyla ilgili metinlere de yer verilir romanda. Bununla birlikte, İsveçli Greta Thunber’in başlattığı “iklim için okul grevi” protestosu, sınır tanımayan doktorlar, yaşam alanlarını kaybeden kutup ayıları, türleri yok olan hayvanlar, mülteci kampları, siber savaşlar, gibi güncel konuları da romanda işler Baydar. Kitap ekolojik yıkımları gösterirken, bugünün güncel konularını metne taşır.

2018’de yayımlanan Latife Tekin’in Manves City romanı da ekoeleştirel distopik romanlardan kabul edilir. Roman, ekoloji ile insanın yol açtığı felaketleri, ortaya koyar. Ekolojik yıkımın yarattığı sonuçlar, çevre sorunları, makinelerin yönetiminde bir fabrikada işçilerin yaşadığı zorluklar işlenir. Sanayinin tüm yıkıcılığının yaşandığı ilçe Erice, yani Manves City, daha çok yoksulluk teması ile doğaya duyulan hassasiyeti, gösterirken biçim olarak tahrip edilen kadın ile doğa koşutluğunu sergiler. Toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesiyle sınıf kavramını odağına alır. Bununla birlikte, sorunun aktörlerini, iktidarın yarattığı kargaşayı meşrulaştırarak yıkıcı atmosferi gösterir bize.

Sonuç olarak, insanların özel hayatının ortadan kaldırıldığı, baskının, savaşların sıradanlaştığı, çevrenin katledilmesinin normalleştiği bir zamanda distopya ‘daha kötü bir geleceğe karşı’ bizi ne kadar uyarabilir? Distopik romanların uzak gelecekten çok bugünün ya da yakın zamanın gerçekliğine odaklanması, bugünü anlamakta ve yaşananlara itiraz etmekte önemli olsa da daha kötüsü olabilir mi sorusunu pas geçmemize neden olabilir. Ve en önemlisi daha kötüsü olsa da bir umudumuz olacak mı?