Müzakere değil mücadele günlerindeyiz. İktidar blokunun sonuna kadar dur(a)mayacağı açık. Mesele bu ‘son’un, kimin sonu olacağı. Biz, son hakkında belirleyici etkide bulunabilir miyiz?

Tarih, ezenleri müzakere yoluyla ehlileştirmeyi umanlarla, mücadeleden başka seçenek olmadığını bilenler arasındaki etkileşimlerin örnekleriyle dolu. O zaman tam da şimdi, ‘şimdinin zamanında’ bellek kuyumuza sarkıttığımız kovadan hangi hatıraları yüzeye çıkarmamız gerektiğine karar vermeliyiz. Geçmişteki şimdiyi hatırlamalıyız; ama galibiyetlerimizi değil nasıl mağlup olduğumuzu…

Müzakere ile bir yere varmayı umanlar ancak tıkandıklarında, başka çıkar yol kalmadığını hissettiklerinde, tepkisel olarak mücadeleye savruluyorlar. İki büyük kitlesel hareket henüz geçmiş kipine eklemlenmemiş halleriyle somut örnekler olarak önümüzde duruyorlar. Gezi ve Adalet Yürüyüşü. Her ikisi de yaşandığı anda beklenmedik, yaşanırken ise zaten başka türlü olamazdı diye hissedilen ‘an’lar olarak fışkırıverdiler.

Gezi, yaşanırken, park merkezli bir zaman kırılması ortaya çıkmıştı. Birkaç günlüğüne ya da bir anlığına da olsa tarihin bütün ‘komünleri’ birbirine eklenerek görünür hale gelmişti. İsyana katılanların beyaz yakalı, sınıfsız, öğrenci vs. olmasının bir değeri yoktu. Çünkü orada pırıldayan an, onları da değiştirebilecek bir imkânı barındırıyordu.

Adalet Yürüyüşü, müzakere ettikçe iktidarın baskısını meşrulaştıran CHP ve özelde Kılıçdaroğlu’nun duvara toslayınca neredeyse istemsizce başlattığı bir isyan hareketi oldu. Yürüdükçe, azalıp çoğalmalarıyla, yol boyunca yürüyüşün yolculuğu yürüyenleri ve seyredenleri değiştirme imkânını büyüttü. Bolu civarlarında arkasındaki üç yüz dört yüz kişiyle belki de dizleri titremeye başlayan Kılıçdaroğlu, Gebze’den İstanbul’a akarken ardında ırmağa dönüşen iki yüz bini aşkın kitlenin önünde olmanın heyecanına savruldu.

Ezenler her iki olaya da tarihin çevrilmiş sayfaları işlemi yapmaya çalışıyor. Oysa ikisi de yaşanıp bitmedi, sürüyor. Birbiri içine girerek birbirini değiştirerek kaynaşıyor. Mücadeleciler her iki olayı da sahiplendiler ve akışına müdahale ederek onları çoğalttılar.

‘Şimdi’, iktidar bloku için bir ölüm kalıma dönüşmüş durumda. O da kalabilmek için öldürmeyi göze alıyor. İhraçlar, gözaltılar, tutuklamalar, ‘ihanet eden ortak’tan, karşı olan herkese doğru yaygınlaştı. “Elli milyonluk Türkiye’nin istikbalini kurtardık” sözü, hem korkuyu hem de bir arzuyu faş eden bir dil sürçmesi. Aynı şekilde OHAL’in sermayenin yararına kullanılacağı vaadi, siyasi çatışmaların ticari çıkarları etkilemeyeceği sözleri de öyle. Meclis’in tümüyle işlevsizleştirilerek bir tür lağvedilmesi de. RTE akp-mhp, muhalifleriyle hiçbir şekilde müzakere etmeyeceğini tersine fırsatını bulursa ‘arındırmaya’ bile gitmeye kararlı olduğunu saklamıyor.

Öyle ise müzakerecileri mücadeleye kazanmanın yollarını bulmak gerekiyor. Safları sıklaştırmaya değil genişletmeye çalışılmalı. Korkunun toplumu esir almasının önüne geçmek ancak görünür olmakla mümkün.

Görünürlük bir mekânı kazanarak, elde tutarak olmak zorunda değil. Tersine mekâna yönelik başlatılan mücadele hedef haline gelerek, yenilgiyi kolaylaştırıyor. Aynı zamanda muhalefetin de aynı mekânda tutsak olmasına neden oluyor.

Muhalif bir eylemi devrimci kılan başka eylemleri çoğaltması, çeşitlendirmesi ve cesaretlendirmesi. Eğer bir eylem olası tüm eylemleri neredeyse kendine bağımlı kılıyor, kendine tutsak ediyor, yani kendi önerdiği dışında hiçbir eylemin yapılmasını olanaksız hale getiriyorsa devrimciliği tartışmalı değil midir?

Geçmişteki şimdinin mücadele yöntemleri, şimdiki zamana bire bir aktarılamaz. Geçmişe, geleceğe sıçrayabilmek için dönmeliyiz. Mahallelerdeki ‘Direniş Komiteleri’nin yerini ‘Haziran Forumları’nın alması böylesi bir sıçramaydı. Öyle ise fabrikayı, mahalleyi, ilçeyi yani mekânı kurtarıp özgürleştirmek yerine hareket halinde olanı, bir görünüp bir kaybolanı, toplanıp dağılanı örgütlemeli.

Ben de onlardan biriyim, ben de onların bir parçasıyım, ben onlarım bağları örülmeli. Nasıl bilmiyorum, ama bulunabileceğine inanıyorum.