Simone De Beauvoir’nın ‘diğer’ mektupları

Merve Küçüksarp

Bir kadın ve bir erkek düşünün ki, daha tanıştıkları an birbirlerinden asla kopmayacaklarını fark etsinler ve elli yıl boyunca ilişkilerini sürdürsünler… Bir kadın ve bir erkek düşünün ki, fikirleri ve eserleri kadar ilişkileri de mercek altına alınsın, üzerine çok konuşulsun, türlü yazılar yazılsın… 20. yüzyıl düşünce dünyasının çok önemli iki ismi, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre’dan bahsediyorum.

Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre, 1929 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gördükleri sırada tanışırlar. Her ikisi de karşısındakinin zekâsından ve birikiminden etkilenir. Kısa zamanda birbirlerini entelektüel anlamda besleyecek uzun bir hayat arkadaşlığının temelini atarlar.

Ancak aralarındaki anlaşma bir hayli açık ve sıra dışıdır. Bir burjuvazi pratiği olarak nitelendirdikleri evliliği asla söz konusu etmeyecekler, başkalarıyla da ilişki kurabilecekler, her daim birbirleri için öncelikli olacaklar ve birbirlerine her konuda dürüst davranacaklardır.

Nitekim Fransız entelijansiyası bu iki muhteşem entelektüelin “sıra dışı” ilişkisini diline pelesenk ededursun, onlar kendi ilkelerine uzun müddet sadık kalırlar. Hayatlarına kim girerse girsin, birbirlerine duydukları sevginin niteliği değişmez. Ta ki Simone de Beauvoir, 1947 yılında Amerikalı yazar Nelson Algren’le Chicago’da tanışana dek… O vakitten sonra Sartre onun için daha ziyade entelektüel bir yoldaş olacak, Algren ise onun “en büyük aşkı” olarak gönül defterindeki kayıtlara geçecektir.

Simone de Beauvoir’in Sartre ile olan ilişkisini “yüzyılın aşkı” olarak tanımlayan, Algren’den de üstünkörü bahseden pek çok kaynağın aksine, işin öyle olmadığını, de Beauvoir’ın büyük aşkının aslında Nelson Algren olduğunu ise Alfa Yayınları tarafından yayımlanan Nelson Algren’e Aşk Mektupları isimli kitaptan öğreniyoruz. Kitap, çiftin tanıştığı 1947 yılıyla, aralarındaki bağın büsbütün koptuğu 1964 yılları arasındaki dönemde, de Beauvoir’ın Algren’e yazdığı onlarca mektuptan oluşuyor.

Simone de Beauvoir’in daha önce başka kişilere yazdığı mektuplardan daha farklı bir üslupla kaleme aldığı bu mektuplar, onun, kadın hareketinde emsalsiz bir ivme yaratan entelektüel kisvesi olmaksızın insani taraflarına ışık tutar nitelikte. Üstelik söz konusu mektuplar oldukça naif ve duygu dolu.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde’de aşkın, insanın üzerinde geçici bir kişilik oluşturacağı savını savunur. Keza şu satırlar bile, Algren’in onda bir müddet için dahi olsa bambaşka bir kişilik yarattığını kanıtlar nitelikte:

“Nelson, kocacığım; ruhumla, kalbimle, bedenimle, her şeyimle sana aidim ben. Beni biraz daha bekle…”

“…Şunu söylemeliyim ki bir daha hiçbir zaman sana aşık olduğum gibi kimseye aşık olmayacağım.”

Ancak yine de, yukarıdaki duygu dolu satırların sahibi Simone de Beauvoir, Algren’i ne yüce bir aşkla severse sevsin, onun için hayatını değiştirmeyi kabul etmez. Kadınların fedakârlık yapmak zorunda kaldıkları, işlerini, amaçlarını ve köklerini terk etmek zorunda kaldıkları mutat aşk hikayelerinin tersine, o her daim yazarlığını, entelektüel hayatını tercih eder, Amerika’ya taşınarak Algren’le yaşamayı düşünmez:

“Kendimi haklı çıkarmaya çalışmıyorum: Sartre’ı, yazmayı, Fransa’yı bırakamazdım. (…) Bütün hayatımı sana veremedim. Kalbimi, elimden ne geliyorsa onu verdim sana ama hayatımı veremezdim.”


Simone de Beauvoir mektuplarında Sartre ile olan ilişkisinin ve Paris’teki hayatının yanı sıra, Boris Vian, Richard Wright, Truman Capote gibi döneme damgasını vurmuş bazı simalardan da bahsediyor. Albert Camus, D.H. Lawrence ve William Faulkner ise de Beauvoir’ın kaleminden nasibini alan diğer yazarlardan bazıları… Keza Faulkner’ı ve yazarlığını sık sık yeriyor, Lawrence’ın romanlarında hep aynı seks hikayelerini anlattığından dem vuruyor, Camus’nun bugün bir başyapıt olarak kabul edilen kitabı Başkaldıran İnsan hakkında ise şu satırları yazıyor:

“Kitabı (Başkaldıran İnsan) okumaya bile kalkma. Bütün sağcılar kitabı çok seviyor. Kitapta bütün gün koltuğundan oturup para kazanarak romantik, isyankar bir adam olunacağı yazıyor. Çevirmen de kitabı çevirdiği için çok üzgün, zaten çok sıkılmış çevirirken.”

Simone de Beauvoir’in, gözardı edilmiş, “diğer” mektuplarında hem büyük aşkın izini sürmek hem de bir dönemin samimi yansımalarını okumak mümkün. Nelson Algren’e Aşk Mektupları 20. Yüzyıl düşünce hayatının merkezinde yer alan isimlerden biri olan yazarın duygularına ve fikirlerine daha fazla vakıf olmak isteyenler için önemli bir kaynak.