Günümüzün en önemli filozoflarından Slavoj Zizek, 2. Dünya Savaşı’na dair şöyle bir anekdot anlatır: 1942 yılının sonlarında, Hitler’in özel treni bir hastane treninin yanında durur. Trendeki yaralı askerler, Hitler’in yardımcılarıyla toplantı halinde olduğu ve yemeklerin “harika Çin porselenleriyle” servis edildiği lüks restoran vagonuna büyülenmiş bir şekilde bakmaya başlarlar, o esnada Hitler durumu fark eder ve […]

Günümüzün en önemli filozoflarından Slavoj Zizek, 2. Dünya Savaşı’na dair şöyle bir anekdot anlatır: 1942 yılının sonlarında, Hitler’in özel treni bir hastane treninin yanında durur. Trendeki yaralı askerler, Hitler’in yardımcılarıyla toplantı halinde olduğu ve yemeklerin “harika Çin porselenleriyle” servis edildiği lüks restoran vagonuna büyülenmiş bir şekilde bakmaya başlarlar, o esnada Hitler durumu fark eder ve büyük bir öfkeyle trenin perdelerini kapattırır.

Zizek, Hitler’in öfkelenmesinin nedenini “kendi gerçekliğine tecavüz edilmesi” olarak açıklar; tüm o bin yıllık imparatorluk, dünya egemenliği, üstün ırk fantezileri, yani Nazi gerçekliği, hakikat karşısında, yani yaralı ve perişan haldeki askerler karşısında darmadağın olmuştur bu karşılaşma anıyla.

Bu tür karşılaşma anlarına bizden de örnekler verilebilir. Örneğin bundan yıllar önce, “Reis”in kendisini protesto eden bir çiftçiye tarıma verdikleri desteği anlatırken çiftçinin “Benim mahsulüm öldükten sonra mı, iki senedir anamız ağlıyor” diye çıkışması üzerine çiftçiyi “Ananı da al git” diyerek kovması böyle bir andır.

“Reis”i bu kadar sinirlendiren şey, kendi gerçekliğinde, daha doğrusu fantezi evreninde hakikat aracılığıyla açılan deliktir, çiftçi hakikati dile getirmiş, iktidarın tarım politikalarıyla ilgili yarattığı illüzyonu teşhir etmiştir. Öfkenin ilk nedeni budur. İkincisi ise çiftçinin bunu yapacak cesareti kendinde bulması, “Reis”in karşısına çıkıp bunu cesurca söyleyebilmesidir, oysa “Reis” kimsenin bunu yapabileceğine ihtimal vermiyordur, biraz da şaşkınlıkla karışıktır öfkesi.

Benzer bir hadise TEKEL direnişi esnasında yaşanmıştır. TEKEL işçileri Ankara’daki çadırlı direniş eylemi öncesinde, mitinglerine giderek “Reis”e seslerini duyuracaklarını düşünmüş, “Reis” ise işçileri kürsüden “Devletin malı deniz yemeyen domuz. Bunlar yan gelip yatıyorlar, oturup para istiyorlar. Bunlar yetimin hakkını yiyorlar” diye azarlamıştır.

Burada da öfkenin nedeni aynıdır. Özelleştirme ile ilgili bir illüzyon yaratılması, TEKEL’in uluslararası sermayeye satılmasının meşruiyet zemininin yaratılması ve buna herkesin ikna olması gerekmektedir ama işçiler bu illüzyona hakikati dayatmakta, bunu da yine doğrudan “Reis”i muhatap alarak yapmaktadırlar, yani iki kere suçludurlar!

Buradan günümüze gelebiliriz, Güneysu’daki o son “karşılaşma” anına yani. Konuşması esnasında atama bekleyen öğretmenler seslerini “Reis”e duyurmaya çalışıyorlar. “Reis” ise önce “bu tür şeyleri bana söylemeyin, kimden ne istediğinizi bilmiyorsunuz. Tamam mı?” diyor ve konuşmasına devam etmek istiyor; ancak “sınavdan sınava koşuyoruz” lafını duyunca sinirleniyor ve değişen bir yüz ifadesi ve ses tonuyla gruptakileri “Sınavdan sınava koşmaya devam edin. Sınavdan sınava koşacaksınız ki başarılı olacaksınız. Hiç sınava girmeden gelsin bizim ayağımıza olmaz…” diye azarlıyor.

İşte bir kez daha illüzyonun dağıldığı o hakikat anı… Tam da kürsüden dünyanın bizi nasıl kıskandığını, yerli silah sanayini, ekonomimizin büyüklüğünü, işsizlik ve enflasyonun yalan olduğunu, illet ve zillet ittifakının suçlarını duyacakken, birileri çıkıp hakikati, yani işsizliği, yani gençlerin gelecek kaygısını, yani gidişatı hatırlatıyor, fanteziyi bir anlığına da olsa askıya alıyor, hükümsüz kılıyor, büyüyü bozuyor. “Reis” işte tam olarak buna kızıyor.

Kriz derinleştikçe, “varlık kuyrukları” da dâhil olmak üzere bu tür anlara daha da çok tanıklık edeceğiz. Bu anları çoğaltmak, politize etmek, yalanın karşısına hakikatin siyasetini koymak gerekiyor.