Siyasete bulaşmadan muhalefet yapmaları beklenen gençler, belki de kendi gerçeklikleri üzerinden toplumun en politik kesimlerine dönüşüyorlar. Muhafazakâr, tuzu kuruların onlar için uygun gördüğü tüm bu neoliberal eğitim süreçleri, sınavlar ve çalışma koşulları da bu politikleşmenin temel nedeni.

Sınavların yarattığı kriz ve ötesi

NEJLA DOĞAN

“Sınavlardan yakınmak, öğrencilerin içerisinde yaşadıkları topluma karşı geliştirdikleri ilk gerçek bilinçli eleştiri olabilir; bilinçli bir eleştiridir bu, çünkü mağdur konumundadırlar...” Bertell Ollman’ın bu sözleri, ülkemiz açısından da özellikle son dönemde yaşadıklarımız bağlamında oldukça tanıdık. Pandemi sürecinin sınavlarla ilgili mağduriyeti katlayarak artırması, hem sınavların politik bağlamının nihayet daha görünür hale gelmesini hem de gençlerin eleştiri ve tepkilerini daha güçlü ve kitlesel bir sesle dile getirmelerini sağladı; ayrıca yıllardır eğitim sistemine karşı biriktirdikleri öfke de daha somut bir tepkiselliğe dönüştü.

Bu süreç, öncelikle sınavları toplumu sınıflandırmak ve biçimlendirmek için kullanan iktidarla, sınav sonucuyla tüm yaşamı belirlenecek olan milyonlarca gencin çıkar ve beklentilerinin farklı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Yine Ollman’ın ifadesiyle “hâkim sınıfın bencil ve manipülatif çıkarları ile öğrencilerin eğitimsel ve gelişimsel çıkarları arasındaki çelişki” daha keskin bir görünüm kazandı. Üstelik burada artık söz konusu olan öğrencilerin sadece eğitimsel ve gelişimsel çıkarlarının göz ardı edilmesi değil, bunun ötesinde sağlıkları, canları; dolayısıyla yaşamsal öncelikleri ve haklarıydı. Ancak bunun karşısında iktidarın kendi ekonomik ve politik öncelikleri vardı ve bu nedenle de milyonlarca genç yurttaşın itirazlarına rağmen sınavlar gerçekleştirildi.

“SINAVLAR ZORUNLU DEĞİL” SÖYLEMİNİN BİR KARŞILIĞI YOK

Üstelik bu itiraz ve tepkiler, “sınavlar zorunlu değil, istemeyen girmeyebilir”, “bir yıl önemli bir kayıp değil”, “başa gelen çekilir” gibi söylemlerle bastırılmaya çalışıldı. Oysa tüm toplum biliyor ki; örneğin ortaöğretime geçişte ancak sınav sonucuyla iyi bir okula ve nitelikli eğitime ulaşılabiliyor. Bu da çok sınırlı bir öğrenci sayısını kapsıyor. Dolayısıyla sınava girmek her şeye rağmen o “şanslı azınlığın” içinde olmakla ilgili bir umut yaratırken, sınava girmemiş olmanın karşılığının en baştan bazı okul türlerini kabullenmek olduğunu biliyoruz. Yine hepimiz biliyoruz ki nasıl ki akşamdan sabaha tek bir tabela değişikliğiyle okullar imam hatibe dönüştürülebiliyorsa, aynı yöntemle okullar öğrencilerin tercih ettiği, eğitimsel ve gelişimsel ihtiyaçlarına yanıt veren okul türlerine de dönüştürülebilir. Böylece sınavlar gerçekten bir zorunluluk olmaktan da çıkarılabilir.

Benzer bir biçimde yükseköğretime geçişle ilgili de en üst düzeyden, sınav takvimine ilişkin tepkileri, hatta genel olarak sınavları önemsizleştirme söyleminin ortaya çıktığına tanık olduk. Sınava girecek gençlere, üniversite mezunu olmanın iş bulmak anlamına gelmediği, ülkede ara elemana ve tarımda çalışacak gençlere ihtiyaç olduğu, ayrıca şanslarını özel sektörde denemeleri gerektiği bağlamında tavsiyelerde bulunuldu. Bir anlamda “sınavlara çok da bel bağlamayın”, hatta “sınava girmeseniz de olur” denildi. Kendi çocuklarının geleceği için herhangi bir kaygı taşımayan iktidar ve söz sahiplerinin, gençler için böylesi bir hayat çizgisini bu kadar umursamazca çizmesi, elbette rejimin ihtiyaç duyduğu bir emekçi kesimi yaratma amacını güdüyor. Daha da önemlisi, içinde bulunulan ekonomik ve siyasi krizin gençlere “lafta kalacak” bir vaatte bile bulunamayacak duruma geldiğini gösteriyor. ”Her şehre bir üniversite” vaadinin, “her üniversite mezunu iş bulacak değil” söylemine dönüşmesini de bu bağlamda okumak gerekiyor.

SINAVLARIN EKONOMİ POLİTİĞİ

O halde bu koşullarda artık, gençlerin canları pahasına yapılan sınavların gençlere ne vadettiğini ya da etmediğini de tartışmak gerekiyor. Dolayısıyla “salgında sınav olmaz” tepkisi ve tartışması, “sınavlar olmazsa olmaz mıdır”, “sınavların politik ve ekonomik işlevi nedir”, “sınavlar çocukları ve gençleri nasıl bir cendereye hapsediyor” tartışmasına evrilmeli. Çünkü sınavlar üzerine kurulmuş, sınavlar aracılığıyla umut üreten ve bu sayede kendine meşruluk kazandıran sistem, yine sınavlar sonucunda alınan eğitimi bir umutsuzluk kaynağı haline getiriyorsa burada bir sorun var demektir. Ancak bu sorun iktidarın değil, genç kuşakların sorunu. Çünkü iktidarın yapmak istediği zaten tam olarak bu: Sınavların yarattığı bir meşruluk zemini üzerinden meslek ve iş edinmede bir kastlaşmayı her defasında yeniden üretmek ve bunu kalıcı hale getirmek.

Dolayısıyla sistem içinde ne kadar çok sınav varsa o kadar çok “şans”a da sahip olunacağına dair resmi ya da gayri resmi söylem tüm eğitim-öğretim ve iş bulma süreçlerini kuşatsa da, aslında sınav sayısı arttıkça, nitelikli eğitim de belli okul türlerinde ve ağırlıklı olarak özel sektörde yoğunlaşmakta; kamu okullarındaki yaygınlığı azalmaktadır. Bir anlamda sınavlar eğitimde başarıyı sağlamak ya da artırmak için yapılıyor gibi gösterilse de aslında “başarısızlığı” etiketlemeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda nitelikli eğitim veren okul sayısı her geçen gün azaltılırken, “başarı” alanının yüzde 10-20 aralığı ile sınırlanması, büyük öğrenci kitlelerinin akademik ve bilimsel eğitime ulaşmalarını olanaksızlaştırmaktadır. Ne yazık ki “nitelikli eğitim” de büyük oranda iyi bir yükseköğretim programına yerleşmek ve devamında da iyi bir işe sahip olmakla özdeşleşmiş durumdadır.

Bu durum sadece ortaöğretimle de sınırlı değil, üniversite eğitimi açısından da tablo benzer. Nasıl ki liseyi akademik yeterliliğe sahip bir okulda tamamlayan öğrencinin bir imam hatip ya da meslek liseliden daha iyi bir üniversiteye yerleşeceği neredeyse kesinse, aynı öğrencinin, örneğin bir mühendis olarak iş bulma olasılığı da yine herhangi yeni açılan bir üniversitenin mühendislik mezunundan daha yüksek. Dolayısıyla ilköğretim sonrası başlayan sınavlar, bir öğrenciyi adeta adım adım sınıfsal ve mesleki bir konuma sabitliyor ve bunu aşabilmek de çok istisnai bir durum haline geliyor. Üstelik “başarı” ve “başarısızlıkla” ilişkilendirilen bu sınıfsal ve mesleki konumlar, eşitsiz-adaletsiz eğitim politikalarından ve sınavlardan soyutlanarak doğrudan öğrencilerin sırtına yükleniyor.

Elbette bir de devlet eliyle yapılandırılmış bu “başarısızlığı” sineye çekmek ve “ne iş olsa-ne kadar ücrete olsa yaparım” noktasına gelmek gerekiyor. Burada da yardıma, içeriği dinselleştirilmiş, tevekkülü öğütleyen, bu dünyanın haksızlıklarını öte dünyanın vaatleriyle katlanılabilir hale getirmek isteyen eğitim politikaları yetişiyor; geleceksizlik, “başarısızlığın” yanı sıra, aynı zamanda bir kader gibi sunuluyor. Dolayısıyla piyasacı-dinsel sömürünün ekonomi politiği, umutsuzluk dışında bir şey üretmiyor. Nitekim “Z Kuşağı” tanımlamasıyla süslü bir genellemenin parçası haline getirilen gençlerin çok büyük bir kısmı, lise ya da üniversite mezunu olması fark etmeksizin, kurye, kasiyer, garson olmakla uzman çavuş, polis, bekçi olmak arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

EŞİTSİZ VE ADALETSİZ DÜZEN GENÇLERİ POLİTİKLEŞİYOR

Gençlere sıklıkla kamunun olanaklarının sınırlı olduğu, devletten çok şey beklememeleri gerektiği hatırlatılıyor. Eğitim-öğretim süreçlerinin ilk aşamasından itibaren istekleri, beklentileri, heyecanları, hayalleri görmezden geliniyor, hatta bastırılıyor. Alınan eğitim ve girilen sınavlar zinciri göstermelik bir liyakat sistemiyle ilişkilendiriliyor; ama gerçekte liyakat, ya sınıfsallıkla ya da yandaşlıkla ölçülüyor. Önlerinde yaşanılabilir, katlanılabilir bir hayat görmeyen gençler, bu ülkede kendilerine bir gelecek de görmüyorlar. Tüm bu koşturmaca sürecinin bir kandırmacadan ibaret olduğunu, mutlu bir azınlığın çıkarları için kendi yaşamlarının feda edildiğini görüyorlar. Ama diğer yandan, başka bir eğitimin, başka bir yaşamın mümkün olabileceğini ya da bunun mümkün olması gerektiğini de biliyorlar.

Bir yandaşın “mal ergenler” diye tanımladığı, bir başkasının “otoriter lider istiyorlar” dediği gençler, tam da bu üstten bakışa, aşağılayıcı tavra, özellikle pandemi dönemindeki haklı kaygılarının ve tepkilerinin değersizleştirilmesine karşılar. Otoriter neoliberal rejimin onlara nefes aldırmayan sınavlarından, çalışma ve yaşam koşullarından bıkkınlar. Diğer yandan tüketim ve yaşam alışkanlıkları üzerinden yapılan homojen bir “Z Kuşağı” tanımlamasına ve çekilmek istedikleri apolitik alana sığmayacak kadar da politik ve sınıfsal pratiğe sahipler. “Çalışmaktan kitap okuyamıyorum, geçim derdinden kendimi geliştiremiyorum, ben böyleysem çocuğum da benim gibi olacak, annem de hâlâ temizliğe gidiyor” diyen ve iyi bir eğitim alamadığından yakınan genç bir insanın apolitik olduğunu kimse iddia edemez.

Siyasete bulaşmadan muhalefet yapmaları beklenen gençler, belki de kendi gerçeklikleri üzerinden toplumun en politik kesimlerine dönüşüyorlar. Muhafazakâr tuzu kuruların onlar için uygun gördüğü tüm bu neoliberal eğitim süreçleri, sınavlar ve çalışma koşulları da bu politikleşmenin temel nedeni.

Kaynak: Bertell Ollman, Diyalektik Soruşturmalar, (Çev. C. Saraçoğlu), Yordam Kitap, 2018.