Kendi içine kapanma ve yalnızlaşma günümüz yoksulluğunun en bariz yönlerinden biri. Akraba ve hatta kimi durumlarda aile ilişkilerinin de çözüldüğü koşullarda yoksulluğun ağırlığı artıyor. “Bizim İslam ama…” ifadesi, maneviyatın yönetenleri yoksullar nezdinde temize çıkarmaya yetmediğini, hayatın yoksunluklarının verdiği ıstırabın “mukaddes azap” gibi yaşanmadığını gösteriyor.

Sincan’dan bir yoksul aile manzarası: Erkan, Aydemir ve Firdevs
Fotoğraflar: Depo Photos

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Uzun yıllar sonra yeniden Sincan’dayım. Muhafazakârlığın ve AKP’nin kalesi sayılan, kursları ve yurtlarıyla tarikatların cirit attığı Sincan. Ama aynı zamanda kentsel dönüşümle yerinden edilen veya başka yerlerde barınamayan yoksulların sığındığı Sincan… Zaman içinde Sincan’ın Çinçin’i sayılan Saraycık gibi mahalleler de dönüşüm geçirmiş ve yoksullar oralardan da başka yere sürülmüşler. (Bitimsiz bir sürgün silsilesi bu. Nitekim Çinçin’in geçirdiği dönüşümden sonra Saraycık’taki TOKİ konutlarına yerleştiği rivayet edilen Çinçinliler’i bulmak için motosikletiyle yola çıkan Youtuber, nafile bir şekilde caddelerde dolaşıyor ve sonunda pes edip geri dönüyor1.) Ankara’nın başka yoksul yerlerinde olduğu gibi, Sincan’ın Fatih gibi bölgelerinde de -İsmet Paşalı bir kahvecinin deyişiyle- “yerli mülteciler” ile “yabancı mülteciler” iç içe yaşıyorlar. Daha önce Saraycık’ta bir gecekondusu olan ve dönüşüm sonrasında TOKİ kredisini ödeyemediği için evini kaybeden bir ailenin yoksul oğlu şimdi merkezi mahallelerden birinde kiracı ve sokaktaki uyuşturucu salgınından şikâyetçi. Alt katlarında 15-16 yaşlarındaki kızların seks işçisi olarak çalıştırıldıklarını, hasta çocuğuna bakan karısı için endişelendiğini söylüyor. Böylece, yoksul gençler için açlık ücretine talim etme dışındaki olası gerçek seçenekler, tarikat kursları, uyuşturucu, fuhuş vb. gibi görünüyor. Ama tabii üst ve orta sınıftan kimi gençlerin bir dönem “apaçi” veya “Sincan bebesi” olarak horladığı bu gençlerin kendi sözlerini söyleme arayışlarını da not etmek lazım. Yakın dönemde üretebildikleri belki de tek “özerk” dil, âşık geleneğini arabesk rap tarzında devam ettiren, “Deniz Gezmiş atıflı” da olsa isyankârlıktan uzak, mizahi küfürlü atışmalar2 ve benzerlerinden ibaret görünse de…

Bu bölümde, ikisi de Fatih’te, gecekondumsu binalarda oturan ve kardeş olduklarını mülakatlardan sonra fark ettiğim Erkan ve Aydemir’in ve onların yanı sıra da Erkan’ın kızı Firdevs’in anlatılarını ele alacağım. Aile, yıllar önce Kars’tan göçmüş bir Kürt ailesi. 6 kardeşler; anne babaları hâlâ köyde yaşıyor. Erkan 42, Aydemir ise 41 yaşında. İkisinin de 5 çocuğu var. Erkan yıllarca inşaatlarda amele olarak çalışmış ama ciddi bir kalp hastalığına yakalanınca bu işi bırakmak zorunda kalmış. Şu anda pazarlarda hamallık ve tezgâhtarlık yapıyor. Aydemir de kendini bildi bileli inşaat ameleliği yapıyor ve iş olmayınca pazarda çalışıyor. Erkan’ın karısı bir ara gündelikçilik yapmış ama “korkuları olduğu için” bırakmış; ikisinin de eşi çocuklara bakmakla meşgul. Sülalelerinin önemli bir kısmının “zengin” olduğunu, soyadları yüzünden ilçedeki kimi kurumların çalışanlarının kendilerinin yoksulluğuna inanmadığını söylüyorlar.

YALNIZLAŞMA

Daha sonra tartışacağım üzere, kendi içine kapanma ve yalnızlaşma günümüz yoksulluğunun en bariz yönlerinden biri. Akraba ve hatta kimi durumlarda aile ilişkilerinin de çözüldüğü koşullarda yoksulluğun ağırlığı artıyor. Nitekim Erkan zengin akrabaları hakkında şöyle konuşuyor: “Git de bana bi sıgara parası ver, vermezler… Hepsi akrep… Akraba yok… Mesela bizim bu ev sahibi, babamın amcasının oğlu. Onunki yoh yoh! Domuz helal olsaydı, domuz da beslerdi.” Aydemir de, “durumu iyi olsa da”, akrabanın akrabaya faydası olmadığını söylerken eskiye gidiyor: “Eski zaman değil, eskiden olsa olurdu ama şimdide yok.” Öte yandan, komşularla ilişkiler çoktan teğet hale gelmiş durumda. Anne baba veya kardeşler ise birbirine yardım edebilecek durumda değiller.

‘ALLAH VERGİSİ’, KABULLENME VE İTİRAZ

Erkan’a çalıştığı inşaatların patronlarını soruyorum. “Patronlar güzeldi… Şimdiye kadar kimse de benim bir kuruşuma tenezzül etmemiş” diye cevap veriyor. Sigorta yapıp yapmadıklarını sorunca ise, “Çoğu yapmıyodu. Giriş yapıyo…” diye cevap vererek tenezzülü ücretle sınırlı düşündüğünü gösteriyor. Oysa ki sermayenin sigortasız çalıştırdığı ve “posasını çıkarıp attığı” Erkan, hiçbir güvencesi ve düzenli geliri olmadan “artık nüfusun” bir üyesi olarak yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. (By-pass ameliyatı olması gerekiyor ki bu durumda biri bir yaşında olan çocuklara bakan ve ayrıca da hamile olan eşinin çalışması gerekecek!)

Aydemir ise patronlarla ilgili soruma “bazılarının iyi olmadığı” cevabını veriyor. Küçükesat’ta bina yöneticisi olan bir ünlünün babasının, mantolama işinin parasını vermediğini anlatıyor ve bunun nedenini “Kürt olmasına” bağlıyor. Aydemir’in de uzun yıllardır çalışmasına rağmen, yalnızca 1500 günlük sigorta kaydı var. O, Erkan’dan farklı olarak “hakkını tam alamamaktan” şikâyetçi olsa da, iflas ettiğini iddia edip ücretini ödemeyen müteahhitler için “E öyle deyince adamı vuracak halimiz yok, öyle bırakıp geliyoz” diyerek boyun büküyor. Aydemir, tanık olduğu iş cinayetleri için ise şöyle diyor: “Adam ölüyor, müteahhit zengin, ailesine bi iki kuruş para veriyo, gözünü kapatıyo gidiyo... Ne bi kavga, ne bi inşaata gelme, hakkını arama yok.” Aydemir’e, işçilerin hakkını gasp eden, sigorta yapmayan işverenler karşısında niye inşaat işçilerinin sendikada örgütlenmediğini soruyorum. “Ben hiç duymadım, senden duyuyorum. Hiç aklıma gelmedi” cevabını veriyor.

Erkan, sınıf ilişkilerini dinsel terimlerle anlamlandırıyor. “Zengin çalıyo ki zengin oluyo” diyor ama hemen ekliyor: “Ama o da bizim gapıya uğramasın. Helalse olsun. Cenabı Allah kimsenin boğazından haram lokma götürmesin.” Zenginlerin malından mülkünden söz ettiğini duyunca “öylece gözünü açıp baktığını” söylüyor. Bunu duyunca ne hissettiğini sorduğumda ise, “Duyduğumda diyom ki Cenabı Allah elbet bir gün verir. Ama sana iyi mi vermiş, kötü mü vermiş, sen götürmüşsün hemen… O seninle Allah’ın arasında” diyor. Bu farkın Allah vergisi olup olmadığını sorduğumda verdiği cevap şöyle: “O Allah vergisi tabii ki. Cenabı Allah birine veriyo, birine vermiyo. Vermeyince isyan da edemezsin, isyan edince Allah’a karşı şart goyuyosun. O da bizim haddimiz değil.” Zengin akrabalarından söz ederken onların cezalarını da Allah’a havale ettiği anlaşılıyor: “Onlar artık öyle bi yemişler ki, haram yiye yiye domuzlaşmışlar. Çünkü niye diyecen? Artık kendinden üstün kimseyi görmüyolar. Bilmiyo ki Cenabı Allah seni böyle nası ayağa galdırıyosa, indirmesini de bilir.”

Parasını gasp eden patron hikâyesinde vurguladığı için, Aytekin’e yoksulluk açısından Kürt olmanın farkı olup olmadığını soruyorum. “Türk’le Kürt hiç fark etmiyor, bakıyorum o da aynı, o da aynı. Değişen bi şey yok.” (Ama hemen ardından da “Tabi bize bi başka gözle bakan var… Bazen pazarda görüyorum. Kürt’üz diyorum, adam bizim dezgahı bırakıp başka dezgaha gidiyor” diye ekliyor.) Aytekin, Erkan’dan farklı olarak, “zengin-fakir farkını” Allah vergisi olarak düşünmüyor: “Bu düzene biri dur dese değişir. Alsın zenginden versin fakire, n’olmuş?” O, yoksulluğa dinsel değil, siyasal bir açıklama getiriyor: “Sorumlusu bizim devletimiz kimin elindeyse, başımızdaki kimse odur… Tayyip Erdoğan yüzünden bu haldeyiz. Bunun sorumlusu o. Bi çaya müdahale edemeyen, bi şekere müdahale edemeyen...”

AKP’DEN KOPUŞ

Erkan da, Aydemir de şimdiye kadar AKP’ye oy vermişler. Ancak ikisi de ondan uzaklaşmış durumdalar. Erkan, bana “İstersen bir numaralı Tayyipçi ol” diyerek yardım için gelip gelmediğimizden emin olmadığı halde sözünü sakınmadan konuşuyor: “Ben bu saatten sonra vermem. Gaymakamlığa gidiyon, Sincan AK Parti’li, gidiyon vermiyo. Sen devletsin, sen bana yok dediğin zaman, ben niye sana oyumu veriyim? Sen beni adam yerine goy… Ha sen diyeceksin ki, ben sana 2 torba makarna verdim. Sen çıkarıp bana kendi cebinden vermedin. Devletin hakkı, kimsenin hakkı değil.” Böylece onun sosyal yardımı bir lütuf değil, hak olarak gördüğü de anlaşılıyor. Ortamda bulunan eşine sorduğumda ise, Erdoğan için şöyle söylüyor: “Allah diyo, Allah’tan ben korkarım diyo. Ben de diyorum bak Allah’tan bu korkuyo diyorum.” Ancak onun zihninde de sorular dolaşıyor: “Şöyledir diyo, böyledir diyo, ben de diyom ki din açısından biz kandırılıyo muyuz? Ben de anlamış değilim.” Eşi Erdoğan için “ama iyi bi insan” dese de, Erkan “verirse CHP’ye vereceğini,” Mansur Yavaş’ın “en azından ayda 130 lira çoluk çocuğa bi et parası” sağladığını söylüyor. Erkan, “Ben bi Allah’tan korkarım, hiç kimseden de ne korkum var ne çekiniyom” diye vurgulayarak “Dinle siyaset bir arada olmaz” diye de vurguluyor. Erkan’a HDP’yi sorduğumda ise “benim onlarla işim olamaz. Memleketimiz memleket olsaydı kendi memleketimizde galırdık… Onların yüzünden… Kim orda iş gurar?” diyor.

Aydemir de artık AKP’ye oy vermeyeceğini ama hangi partiyi destekleyeceğinin de belli olmadığını söylüyor. Ancak siyasal yelpazede oradan oraya dolaşarak konuşuyor: “Valla Muhsin Yazıcıoğlu olsaydı çok şey değişirdi… Erbakan mesela, bütün dedikleri çıkıyor. Ama Salahattin Demirtaş şu anda cezaevinde. Bence hiç yoktan şu anda tutuluyo.” Kürt olarak HDP’yi desteklemeyi düşünüp düşünmediği sorusuna da “Şöyle destekliyorum, şu anda adama yapılan bi haksızlık var. Ama acaba kendine rakip gördüğü için mi içeriye atmış? Bilmiyom. Yani o adam da çok bilgili… Yapar yani, o da yapar.”

sincan-dan-bir-yoksul-aile-manzarasi-erkan-aydemir-ve-firdevs-1105189-1.

KURAN KURSU VE SINIF KARŞILAŞMALARI

Erkan’ın kızı Firdevs 16 yaşında ve başörtülü. 9. Sınıfa giderken “dolmuş parasını bile bulamadıkları için” okulu bırakmış. Annesinin “çarşaflı arkadaşı” onu kendi medreselerine yazdırmış; bir süre oraya devam etmiş. Şu anda da Kuran kursuna gidiyor ve hafızlık okuyor. “Çarşaflı abla”nın derneği ve kurs hocaları onlara eşya yardımı yapmışlar. Firdevs, zenginler hakkında ne düşündüğü sorusuna doğrudan ve sadece akrabalarıyla ilgili cevap veriyor: “Akrabalarımızın çoğu zengin.” (Kentsel mekan tecrübesi de aynı şekilde çok sınırlı: Kızılay’a sadece bir kez, Kuran kursundaki hocasıyla, o da EGO kartı çıkarmak için gitmiş.) Ardından hemen ekliyor: “Ama bize bi faydaları yok. Hatta bizimle dalga bile geçiyolar. ‘Ayy fakirler, bunların yanlarına gitmeyin’ falan diyolar.” Annesi gündelikçilik yaparken korktuğu için Firdevs’i de yanında götürüyormuş; onun kendisiyle gitmek istemediğini, “utandığını, zoruna gittiğini” söylüyor. Böylesi fark yaraları tarikatlar karşısında da hissediliyor. Anne, eve yardım için gelen hocayı şöyle anlatıyor: “Geldi, yerdeki mindere baktı. Ay minder çok güzeldir, sobalıdır, kestane atarsın. Valla hayat sana güzelmiş dedim.” Firdevs de -çok önceden yazı konusu ettiğim3- “sınıfta sınıf karşılaşmalarının” Kuran kursu versiyonunu tecrübe ediyor: Hocasının hediye ettiği telefonu bozuk olduğu için kendini çok kötü hissediyor zira kurstaki arkadaşları sosyal medya hakkında konuşurken o “onların ağzına bakmak” zorunda kalıyor. Şu anda kurs, Firdevs için kritik bir karşılaşma mekanı: “Mesela Kuran kursunda bilene hava var. Herkes havalı. Bazı arkadaşlarım elbise giyiyo, ben böyleyim.” Üstündeki giysileri göstererek devam ediyor: “Hep bunları giyerim… Başka elbisem yok… İstemiyorum da.” Yaşadıkları yüzünden çok üzülmüş ve kursta ağlamış. Arkadaşlarının önerisiyle de, internetten İslamcı bir yardım kuruluşuna başvurmuş. Aldığı yardıma çok sevinmiş: “Elbise, inanır mısınız hepsi de sıfır, bana verdiler, 30 tane... Ben de bi sevinir… Ağladım…”

Okulu bırakmak zorunda kalmak Firdevs’i çok üzmüş. Sık sık ağladığını ve içine kapandığını söylüyor. Tıpkı babası gibi, o da yoksulluğu beslendiği asli gelenek olan dinselliğin vazettiği sabır ve tevekkülle karşılıyor: “Hiç isyan etmedim bu zamana kadar. Allah’ım beni dünyaya niye getirdin falan demiyorum. Her şeyde bi hayır var diyorum. Bunu verdiysen demek ki gelecekteki hayatım çok güzel olacak diyorum.” Ancak Firdevs’in siyasete ilişkin soruya verdiği cevap, “Allah vergisinin” yanında “insan yapısı” bir taraf da olduğunu düşündüğünü gösteriyor: “Aslında biz en çok yardımı Mansur Yavaş’tan alıyoruz. Mesela biz et yiyemiyoduk, et paramızı yatırıyolar. Yani bize gelecek sağlayan bence Mansur Yavaş. Tabi ki Recep Tayyip Erdoğan bizim İslam, başörtümüzü savunuyo filan ama evde çocuk aç mı, mama var mı yok mu, bez var mı bilmiyo.” “Bizim İslam ama…” ifadesi, maneviyatın yönetenleri yoksullar nezdinde temize çıkarmaya yetmediğini, maddi hayatın yoksunluklarının verdiği ıstırabın pek de -Nurettin Topçu’vari bir- “mukaddes azap” gibi yaşanmadığını gösteriyor.

CENNET’TEN FİRDEVS’E: YOKSUL GÜZERGÂHLARI

Firdevs, gelecekte hoca olup babasına ev almanın ve şimdi kendilerine yardım etmeyen insanlara o zaman muhtaç durumda olurlarsa yardım etmenin hayalini kuruyor. Onu nasıl bir geleceğin beklediğini bilemeyiz elbette. Ancak tarikat hayatına dâhil olmasının kaçınılmaz olmadığını, zira modernliğin dip dalgalarının ve toplumsal dinamiklerin İslamcılığa açılandan başka güzergâhlar da açabildiğini vurgulayayım. Bu noktada, 2001’de yine Sincan’da görüştüğümüz 13 yaşındaki Cennet’in anlatısı aklıma geliyor. Firdevs gibi o da Kuran kursuna gidiyor ve hafız olmak istiyordu. Evlerinde bize ikram edecek çay olmayan Cennet, başını niye örttüğü sorusuna, cennete gidip Rabbini görmek istediği, orada “yetmiş bin tane sofra, giysiler, yani istediğimiz her şey"in olduğu yollu cevap vermişti.4 Bu yaz yaptığım alan araştırması öncesinde, 20 yıl önce görüştüğümüz insanlara ulaşıp arada geçen zamanda hayatlarının nasıl bir seyir izlediğini ve anlatılarının ne ölçüde ve nasıl dönüştüğünü anlamak istemiştim. (Ancak şimdi artık yaşlı olan iki kişi dışında, yalnızca Cennet’in izini sürebilmiştim.) Kendisiyle görüşmeye hamle ettiğimde, ne yazık ki geçen yıl vefat ettiğini öğrendim. Sosyal medya hesabını incelediğimde ise, başı açık, eğlence mekânlarına giden, kendi işini yaparak ayakta durmaya çalışan “modern” bir kadın karşıma çıktı. Dini inancı hâlâ güçlü görünse bile, İslamcılığın vazettiği hayat tarzını benimsememiş olduğu açıktı.

Öte yandan, eşitlikçi ve özgürlükçü bir güzergâhın imkânını da bundan 10 yıl önce yine Sincan’da gözlemlemiştim: Birçoklarının adları yeni moda İslami adlar olan -kimisi tarikat yurdunu kendi kendine eleştirerek terk etmiş- yeni yetme gençler, küçük çaplı bir sosyalist dernek çalışmasıyla böyle bir güzergâhın dilini konuşmaya başlamışlardı. Demem o ki, “Sincan bebelerinin” böyle başka bir dil tutturmaları -Bloch’un ifadesiyle- “nesnel olarak gerçek bir olasılık.”

Artık yaşamayan Havva (Cennet’in gerçek adı) için not: Dilerim “mekânın cennet olmuş” ve aradığın o sofra ve giysilere kavuşmuşsundur.

Kaynakça

1“Yeni Çinçin Sincan Saraycık / Şehir gezmesi-96,” https://www.youtube.com/watch?v=kTRT1baw7wc&ab_channel=TERSMOTORCU.

2Sincan Zehir Zıkkım Crew Mangal Fest. (şeytan & mizah), https://www.youtube.com/watch v=vOJLQKjoaGI&t=4s&ab_channel=Furkan%C3%A7obano%C4%9Flu

3“Sınıf Karşılaşmaları, Devlet Okullarında Sınıflar ve ‘Sınıflar’,” Birgün, 31 Temmuz 2012.

4Bkz. Yoksulluk Halleri, İletişim Yayınları (İstanbul, 2007), s. 86.