Bundan yaklaşık 50 yıl önce Nijat Özön imzasıyla çıkmıştı bu başlıktaki yazı. O zamanlar sinemamızda Anadolu gelirleri düşüyordu, giderek bir metropole iç göçlerle dönüşen İstanbul’daki sinemaya gitme oranları düşüyordu. Televizyon yaklaşıyordu, kurulmak üzereydi, ayrıca sinemada renkli filme geçiş aşamasındaydık. Gelirler ile giderler birbirlerine uymamaya başlamıştı, büyük yapım şirketleri iflasa gidiyordu.

Bu koşullar altında sinemamıza büyük bir renk getiren isim Yılmaz Güney’de kendi yapım şirketini kurup filmler yapmaya başlamıştı.

Gelin görün ki bugün sinemamızda yapım şirketleri büyük oranda azaldı. Belirli şirketler anlamsız projelerle gerçekten ciddi sermayelerini geçen on yıl içinde kaybetti. Umut Sanat/ Özen Film/ İFR gibi yapım şirketlerini çıkmaza götüren hayali projeler oldu.

Sonra bağımsız yönetmenler ortaya çıktı. İşin tuhafı, bunların yaptıkları filmlere bağımsız denemezdi, bağımsız yapımcı-yönetmen, ya da Onat Kutlar’ın deyimiyle tüccar-terzi tarzında film üretimi demek şu anlama geliyordu: Sermayeleri yoktu, Bakanlık destekleri başlamıştı, piyasaya ucuza film üretip (elbette ki sermayenin vazgeçilmez aracı, çalışanların gelirlerini kısmak) geliri cebe indirmeye bakıyorlardı. İşin esası şudur, bağımsız yönetmen denilenlerin işleri yolunda gidenler, bakanlıktan aldıkları paralar ile filmi yapıp, seyirciden pek fazla gelir elde etmeden, işi bir festival ödülüyle halledip dükkanı döndürmek üzerine kuruluydu. Dikkat ederseniz, yılda 10-20 üzerinde hem sanat kisvesine bürünen hem de halkı etkileyen 150 bin ile 250 bin bileti satabilen filmlerimiz olmadı bizim. Böyle olunca sektörü taşıyacak ve temsil edecek bir sinemada olmuyor.

Sonuçta ne oldu? Bugün bakanlık destekleri siyasal dengesizlikle belirsizliğe uğradı, kesintiler oluştu. Aynı zamanda Türkiye’ye son on yılda giren devasa cash parada bir tıkanma var. Bunun yanı sıra yapılan filmlerin gelirlerinde ciddi düşüşler var. Hepsi bir araya gelince, buna festivallerin sansür krizini de ekleyince karşımıza büyük bir ciddi kriz çıkıyor. Sonuçta ortada telaşa düşen sinema ağaları falan kalmadı, aksine görünen o ki sinemamızda pek ağa kalmadı, sorun ondan çıkıyor.

Türkiye’de bu koşullar altında Kervan adlı, sinemamızda sanat-ticaret adına pek itibarlı olmayan İsmail Güneş’in en büyük bütçeli filmlerden birini yapması hakikaten tuhaf bir durum. Aynı şekilde, dışarıdan sektöre açıktan ve hileli biçimde para akıtan 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projelerinden sektöre hareket getiren tek bir film çıkmadı: kısaca REZİLLİK diyoruz buna.

Şimdi ise sektörde yıllarca emek sarfetmiş nitelikli emekçiler yapım bütçesi olan filmler bulamayınca, ciddi olarak darboğaza girmiş bulunuyorlar. Bunların içinde televizyona adım atanlar biraz nefes alabiliyorlar, ama film üretiminde kapalı kalanlar hayatlarının en zor dönemlerini yaşıyorlar. Zaten Yeşilçam’ın özelliği de yaşlandıkça insanlarımızın aç/açıkta kalması değil miydi? Şimdi bir benzeri durum daha yaşanıyor. Şöyle söyleyelim:

1. Türkiye’de sinema tanımlı, verimli ve güvenilir bir sektör değildir.

2. Türkiye’de sinema emekçilerinin hakları ve itibarları hiçbir zaman tanınmadı.

3. Geçmişteki halkın teveccühü de bugün için para etmiyor.

4. Filmlerimiz televizyonda gösterilmiyor.

5. Filmlerimiz sistemli biçimde ihraç edilmiyor.

6. Meslek birlikleri demek bakanlığın yan sanayinde ücretli çalışanları demek.

7. Sinemamızın kaydı kuydu tutulmuyor. veriler yanlış.

8. Sinemamızın en büyük işvereni bugün için bakanlık konumunda.

9. Allah rahmet eylesin. Sansürcü başı yani bakanlık aşevi gibi sektörde çalışıyor.