Önce Yüksekova’dan, orada yaşayan bir insandan haber var, dinleyelim:

“Yüksekova’da tam bir insan katliamı yaşanıyor. Yaklaşık yirmi gündür devlet ve AKP’nin özel ve yasal kuvvetleri her türlü silah, gaz bombası, psikolojik yöntemlerle halka, sivil insanlara zulüm yapılıyor… Uluslararası tüm insan hakları kurullarının savaşa dair koyduğu kurallar, savaş hukuku, Türk hukuku ihlal edilmekte.. Ve hiçbir basın medya kurumu bunu gösterememektedir...Yüksekova’da 4 sivil insan ve 9 gerilla mahalle içinde ağır bombalarla, havan toplarıyla katledildi. Şehrin giriş çıkışları kapatılmış sokağa çıkma yasağı var. Seçilmiş vekiller sivil toplum örgütlerinin şehre girişine izin verilmemekte.. Her gece şehrin üstüne gaz bulutu çökmekte sabaha kadar rast gele gaz sıkılmaktadır…

Özerklik ilanlarını yapanlar tutuklandı, belediye başkanları dâhil. Halk artık bu kronikleşmiş savaştan bıktı, ne yapacağını bilemiyor, yaşamından halinden bıkmış durumda, pek çok insan şehri terk etti… Ve mahallerin girişlerine YDGH hendek kazmış özel hareket kuvvetlerinin mahalleye girişlerini engellemekteler. Onlar da mahallere havan topu atmaktalar… Durum sanıldığından daha vahim ve daha çok insan kaybı yaşanacaktır bu gidişle.”

Peki, sinemamızda ne mi konuşuluyor? “Bulantı” yakın zamanda gösterime girecekmiş. Peki, bu nasıl oluyor? Bu işin özü şudur: Balık baştan kokar!

Siyasi iktidarın çalışma tarzı nedir?

Bir örgüte, bu siyasi bir örgüt de olabilir, bir sivil toplum örgütü de, bir meslek birliği de, siyasi iktidar müdahale edecekse, yönlendirecekse; o örgütün tabanıyla mı bunu yapar, yoksa tepesiyle mi?

Şimdi bir soru daha soralım, bu örgütün tepesi çok sağlamsa, bilinçliyse ve halka karşı kendini mesul hissediyorsa, iktidarın ayak oyunlarına karşı uyanıksa ve mücadele etmeye kararlıysa ne olacak?

İşin gerçeği şudur, hedef nettir ve bu işin esası merkezde duran, tepede durana müdahale eder, onu besler, semirtir, yönlendirmeye çalışır. Bu iş için tehdit ve yönlendirme ile sus payı da dahil olmak üzere değişik çirkin işleri kullanır. İşte sinemamızda iki dönemin özelliği: 1970’lerde Yılmaz Güney, 2000’lerde Nuri Bilge Ceylan, aradaki fark iktidarın kazanımıdır.

Türkiye’de sinema âleminde bu işin esası şudur: ünlü olan, piyasasını yapan isimler büyük oranda, iktidarın müdahalesiyle şekillendiler, herkes başka bir arpalık aldı. Ama bu işin esasında ve merkezinde daha en başından itibaren iki isim duruyordu: Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz.

Bir dönem her ikisi birden “büyük ve ayrılmaz dostluk” nidalarıyla sektörde bilindiler, gençler arasında bir efsane oldular. Nuri Bilge Ceylan bu süreçte arkada duruyor gibiydi, ilk iki filminde yeterince söyleşi verdikten sonra, üçüncü filmiyle Cannes-show yaptıktan sonra, gerisini yani piyasaya müdahalesini iki araçla birden yaptı: 1. hem parasıyla, ohoo maşallah sektörde Nuri Bilge Ceylan’ın parası hakkında ne hikayeler anlatılıyor…, 2. Hem de Avrupa fallusuyla döverek.

Zeki Demirkubuz ise sektörün haşarı çocuğuydu, kendine özgü, nevi şahsına özgü bir arkadaşımızdı, piyasada bağımsız sanatçı adına büyük nutuklar attı, söyleşiler verdi, hatta bir ara Zeki Demirkubuz sinemayı bırakıyor mu bırakmıyor mu tartışması bile başladı. O kadar komik ki tam da Gezi Olayları’nın patladığı sıralarda bile bana mesaj atıp “Zeki, sinemayı bıraktı mı?” diye soruyorlardı, üstelik o sıralarda sokaklarda yüzbinlerce insan gösteri yapıyor, çatışıyor ve siyasal bir hedefin gerçekleşmesi için, “hedefimiz ne?” diye kendine soruyordu. O sıralarda Beyoğlu’nda bir genç arkadaş özellikle Zeki’nin eylemlere fiili olarak katılması nedeniyle “Zeki Demirkubuz > Nuri Bilge Ceylan” yazmıştı.

İşin gerçeği şudur: Hem Zeki hem de Nuri bu işin daha başındayken iktidarla anlaşmalarını yapmış insanlardı. Yola çıkmadan teslim olmuşlardı. Geri kalan her şey sembolik düzende yapılan antlaşmaydı. Ve dahası ikisinin dostluğu asla “gerçek” olmadı, nitekim ilk kez birbirlerinin rakibi oldukları 2006 Antalya’sından sonra keskin bir ayrılık yaşadılar.

Bunları yazıyorum, ama benim aklım hala Yüksekova’da, o halkın durumu bundan daha önemli.