Sinema dünyası denince akla belli başlı isimler geliyor. Bu isimler genelde medyatikler ve beyazperde üzerinde de adları büyük adlarla yazılır. Genelde de parsanın büyüğünü bunlar alırlar. Ama bir de perde arkasında olan, kimi çok yetenekli insanlar vardır. Bunlar gerçek emekçilerdir. Kriz denilince, aslında bu emekçiler, bu uzmanlar, bu nitelikli insanların adı hiç öne çıkmaz. Bu insanların halleri büyükbaşlardan çok daha önemlidir ve krizi çok daha şiddetli yaşarlar. Çoğunlukla ne birikimleri vardır, ne de geleceğe dair esaslı birikimleri. Ondan sonra da bu insanlar, gittikçe iş hacmi düşen piyasada, niteliksiz her işe kurtarıcı olarak çağrılır ve karşılığında kuru ekmek soğan ederi ücret önerilir.

Türkiye’de sinema sektörü, aynı diğer sektörlerimiz gibi, birlikte iş yapmayı bilmezler. Pek çok genç yönetmen, biri işi bitirip, çıkar gelir, şunu çektim bunu çektim bir bakar mısın? Bir bakarsınız, senaryo hatalı, dersiniz "Niye baştan gelmedin, bu metin kusurları yüzünden zaten iyi olamazmış ki?" Onlar da şaşırırlar. Oysa sinemada, diğer sanatlara göre üretim ve üretimin her aşaması kolektif karakterlidir. Kolektif çalışmanın nimetlerinden yararlanmayanlar, eninde sonunda bir duvara toslarlar. Bu işin bir boyutu.

Bir de başarı durumları vardır. O da ayrı bir rezillik. Bir işe başlarken bir sürü insan farklı boyutlarda ve farklı aşamalarda katkıda bulunur. Eser çıkıp da bir başarı elde edince, süreçten biri, Türkiye’de yönetmen, genellikle kendini büyükbaş olarak sunar, diğer insanların emeklerini ve katkılarını görünmez kılar, üstüne üstlük de para pul meselelerinde tuhaf ayak oyunlarına başvurur.

Türkiye’deki sistemin esas felaket yanı bir nitelikli emekçi ile o büyükbaşın kamuoyunda bilinmesi, o büyükbaşın kazancı ile nitelikli emekçinin geliri arasındaki uçurumda yaşanır. Şöyle ki eser başarılı olursa, büyükbaş geliri tek başına yemek için allem eder kallem eder, diğerlerini sofradan uzaklaştırır. Eğer eser başarısız olursa da, nitelikli emekçi alması gerekeni de almaz olur.

Bu ülkede çalışanların hakları tuhaf şekillerde gasp ediliyor, sanki hayatı kolektif olarak üretmiyormuşuz, üretirken kolektiviteye vurgu, geliri paylaşırken ise kapanın elinde kalması.

Bu ülkenin insana kıymet vermeyen bir tarihi var, görünmez emekçilerin hayatları genellikle altüst oluyor, kıymetleri bilinmiyor, genellikle de ruhen yaralı oluyorlar. Büyükbaşların çoğu ise sonradan kendilerine sahte tarih yazıyorlar. Bu ülkede, başarılı olunca, geçmişte inanılmaz zorlukları abartıp, hatta o zamanlarki keyifli hallerini kaldırıp, acılı olmayan şeyler anlatmaları da genel bir haldir.

Hayatımız belirli bir riyakârlık aynasından geçerek anlatılıyor, kriz denilince, en çok bu ülkede geçmişte, devlet yardımları, devletin sinemaya destek vermemesi anlatılır, kendilerince bu desteklerin nasıl olacağı konuşulurdu. Sonra kamu desteği çok ciddi boyutlara vardı ama bu sefer halktan itibar gelmedi, sevgisini bilet alarak göstermedi, o süreçten sonra da sinemacılarımız, yeterli destek gelmeyince, ya da açıktan bolluk ulufesi almayınca ondan şikâyet ettiler.

Şimdilerde sessizlik var, çünkü aba altından sopa gösterip, şimdi gürültü edersen, yarın da alacağını alamazsın deniyor bizimkilere, onlar da suskun kalmayı tercih ediyorlar. Aslında iktidara karşı tavır almadıkları için, yol yöntem ya da çıkış reçetesi olmadığı için, sessiz kalıyorlar, çünkü kolektivite öylesine parçalandı ki kolektif çıkış reçeteleri bile aramak bir tür bireysel çıkışlar için engel gibi gösteriliyor.

Türkiye’de sistem tıkandı, çünkü merkezden aktarılan bütçe için 'büyükbaş sayısında' inanılmaz artış, halkın teveccühü olan bilet sayısında 'inanılmaz düşüş' var. Süreci tamamlayan da çok az istisna dışında, yurtdışı satışlarında sıfıra yakın bir sonuç var.

Genelde sinemanın siyasal iktisat kitaplarında, sinemanın kitle için yapıldığı, geniş kitlelere seslenmeyi amaçladığı ile başlar ama gelin görün ki biz de şöyle bir eğilim ortaya çıktı: Kitleden kaçış ve kitlenin doyurulması da sanattan ödün vermekmiş gibi. Bunlar bana sahte geliyor, halka gitmek, biz de Osmanlı romanından beri bir tür aydın eğilimiydi, şimdilerde halktan korkuluyor ve sanki halk bir tuzakmış gibi anlatılıyor: Keskin ve ayakların altındaki toprağı kaydıran bir YABANCILAŞMA gibi. Bugünkü insanlar, yani sinemamızdaki büyükbaşların ruh halleri, söylemleri ve eylemleri bana en açık haliyle, EFRUZ BEY'i hatırlatıyor. Sinema emekçilerinin haline gelince, onların durumu gerçekten haksız denilecek nedenlerle ve şekillerde içler acısı, sinemamızın gerçek nitelikli emekçileri çoğunlukla zor bir ekonomik tablo içinde hayat sürerler. Liyakat ve sadakat meselesi onların yenilgisiyle sonuçlanır.

Bakanlığın şaşa ve imaj için harcamalarının yanında, altyapıya ve gerçek sanatçılara ayırdığı ödenek de nitelikli emekçiye yönelmez. Şaşaa ve imaj ise yanılsamanın merkezidir ve yabancılaşmanın asıl harcıdır.
Sektörün krizde olduğu büyükbaşların nutukları ve filmleriyle değil, nitelikli emekçinin halleri ve aşları üzerinden anlaşılır.