Alıcınızın ayarlarıyla oynamayın, Türkiye’nin ayarlarıyla oynanıyor, görüntü ondan bulanık. Türkiye’de tuhaf şeyler oluyor: Katırlar öldürülüyor, intihar etti deniyor. Canlı kalkanlar vuruluyor, askerler öldü demek için can çırpınıyorlar, oysa artık kimse savaş istemiyor, hatta evinde şehidi olanlar bile. Bu kadar can bu kadar kan kaybı, insanları psikolojik olarak yordu, tüketti, nefret insanı sadece diri tutmaz çünkü, aynı zamanda içten içe tüketir.

Çocuğu alnından vuruyorlar, sonra da gidip annesini meydanda yuhalatıyorlar. Türkiye’de bizzat iktidardaki siyasiler “tepeden bölücülük” yapıyorlar, tepeden toplumu hizipleştirmeye çalışıyorlar. Türkiye siyasi tarihinin dersi şudur:

Ne zaman ki siyasi iktidar toplumu meşru araçlarıyla yönetemiyorsa, ne zaman ki siyasi iktidar halkın siyasileşmesini engellemek için havadan sudan meselelerle onları uyutamıyorsa, SİYASİ İKTİDAR KAN DÖKER. HEM DE POTANSİYEL OLARAK MUHALİF OLARAK BELLEDİĞİ KESİMLERİN. GEZİ OLAYLARINDA ÖLDÜRÜLEN TÜM GENÇLERİN ALEVİ KÖKENLİ OLMASI RASTLANTI DEĞİLDİ.

AKP bir iktisadi krizin ardından yaşanan siyasi krizin üzerine geldi ve Türkiye’deki hiçbir parti ile esastan ve ulusal kanallar içinde bir program tartışması yapmadan, siyasi karar mekanizmasına dair nesnel-saydam siyasi-iktisadi tartışmaya girmeden ve zerre kadar Türkiye’nin sermaye birikim süreçlerine dair program üretmeden iktidara geldi. AKP:

1. 1980 sonrasında sürekli iktisadi krizlerle yaşayan,
2. sosyal güvenceleri budanan,
3. halkın örgütlenme ayaklarının keskin biçimde budandığı bir dönemin ardından,
4. bu sürece eşlik eden yaklaşık 30 yıllık iç savaşın mali yükünden büyük ölçüde çıkıldığı dönemde, ekonominin küçülürken iktidara gelen AKP, işçi sınıfının keskin yenilgisine rağmen, Türkiye’de büyük sermayenin rekabet edebilirlik gücünü esaslı bir şekilde artıramadı.

Sermayenin rahat etmesi için, önündeki sosyal güvenlik, çalışma yasaları, işçi örgütlerinin direnişi, Özelleştirme alanındaki dirençler gibi tüm alanlarda düzledi, temizledi ve bütün bunları siyasi manevra alanı haline getirdi. Hatta emek dünyasına yaptığı bu yıkıcı saldırılar, sol-liberallerin ihtişamlı desteğiyle ona siyasi güç-meşruiyet olarak döndü.

1994 krizinden sonra, art arda yaşanan küçülmelerin yaklaşık 7-8 yıllık dönemde geri alınmasından sonra, esaslı bir krizle daha karşı karşıyayız. Türkiye’nin gayri safi milli hasılasını artıracak hiçbir umut kaynağı yok. Türkiye 2002’den beri, AKP döneminin başından itibaren zerre kadar iktisat tartışmıyor, AKP döneminde Erdoğan’ın büyük başarısı, milleti, basını ve aydınları zerre kadar iktisat politikalarına bulaştırmadan, ülkeyi angutlaştırarak siyaseten yönetmesi ve bizim insanımızı alık yerine koyan politikaları büyük skandallar formatında hepimizin sofrasına getirmesi.

“One-man show” olarak Erdoğan’ın medya ile Türkiye’yi yönetmesi sürecine baktığımızda, modern medya doğalı beri, yani bizzat şu allı pullu Osmanlı döneminden beri, siyasi tarihimizde hiç kimse, ama hiç kimse bu kadar doğrudan ve bu kadar uzun ve bu kadar rakipsiz olarak Türkiye’de halkın karşısında olmadı. Erdoğan’ın ulusal kanallarda ve basında kapladığı yere baktığımızda, Avrupa Birliğindeki tüm ülke liderlerinin toplamından daha fazla medyanın merkezindeydi. Şu anda ülkemizdeki en büyük star, halkın en çok muhatap olduğu ve halka en çok seslenen “medyatik starımız” olur kendisi, ne sinema ne tiyatro, ne de edebiyat, hiçbirisi bunun kadar halkın huzuruna (sanal da olsa) çıkmadı.

İşte bu koşullarda sinemacılar soruyor:
Bayram değil, seyran değil, Devlet Baba bizi niye öptü? Milleti gazladılar, biz sırtımızı döndük, işçi sınıfını öldürdüler, biz Cannes’dan ödül aldık, eğitimi sıfırladılar, biz Dostoyevski, Tarkovski diye sayıkladık, sınavlarda hileler yaptılar biz gece alemlerinden dram türeteceğiz diye sanat parçaladık, daha ne yapalım?

Üstelik Devlet Baba bizi öperken, bu işe aracı olarak Yeni Şafak ya da Akit’i bile kullanmadı, gururumuzla oynadı, eee de bakalım Devlet baba, senin için daha ne yapalım?