Vahdet gazetesi ile başlayan Festivali yola getirmek için derinlerden gelen bir haber servisi ile İstanbul Film Festivali’nin bloke edilmesi karşısında esaslı hiçbir karşı duruş sergilenmedi. Niçin peki?

Türkiye’de sinema sektörünün paradoksu nettir: Sinemacılarımızın, özellikle de festival sinemacılarımızın bir numaralı işvereni Bakanlıktır. Normal halde bir yapımcı yoktur. Sinemacılarımız pek fiyakalı bir biçimde yazan-yöneten-yapımcı-kurgucu gibi ibarelerle filmlerini piyasaya sunuyorlar, ama işin aslı öyle mi?

Ne yazık ki doğru değil. Ortada doğru dürüst bir yapımcı olmadığı gibi, işin en yabancılaştırıcı durumu, pek çok durumda sinemacılar filmlerini halk için yapmamalarıdır, hatta filmlerin gişesinden daha çok festivalden alınacak ödül daha belirleyici onlar için. Bu işin içinde tuhaf bir gösterişçilik ve acayip bir yabancılaşma var, insanların kendilerini fit hissetmelerini sağlayan filmlerin tartışılması, seyredilmesi, halkı etkilemesi, yönetmenlerin Türkiye ve Dünya hakkındaki fikirleri değil. Her şey banda sarmış gibi devam ediyor. İki Tarkovski bir Dostoyevski, araya da Lacan ya da Nietzsche serpiştirdin mi, bunların içinde Türkiye’ye değinmesen de olur, şu festival ödülü, yapımda şunlar bunlar oldu, derken filmi çıktınız bitti her şey. Bu iş bir kâbusa dönmüş durumda, artık sinema bir sanat dalı, bir halka ulaşma çabası, bir endüstri kolu falan değil. Çalışanların sosyal hakları gibi unsurlar, çalışma koşulları… Bunların hiçbiri gündeme bile girmiyor, hatta çalışanların insanı tüketen çalışma koşullarından ölüme gitmesi bile sektörün yeniden yapılanması için yeterli olmuyor.

Bakanlık bu süreçte, kötü patron gibi, sinemacılara paralarını veriyor ve sinemacıların tutunma çabalarını, esasında halka erişememelerinden ve halkı harekete geçirememelerinden kaynaklanan güçsüzlüklerinden dolayı, kötüye kullanıyor, istismar ediyor ve sinemacıları bağımlı hale getiriyor. Onlar artık Bakanlık nezdinde müptela gibi işlem görüyor.

Sinemacılar zaten zor geçiniyoruz, bir de Bakanlık takarsa, yani patronu kızdırırsak, sektörden silinir gideriz diyorlar.

Elbette bu arada çok silik bir şekilde bazı sinemacıların bildikleri kâbus gibi bir gerçek var:

3 yıl önce Rusya’da festivalde Nuri Bilge Ceylan’ın açık bir şekilde Türkiye’de Sansür Yok beyanatı…

Zatı şahanelerinin iktidarla arası çok iyi, Bakanlıktan aldığı destek, devletten aldığı desteğin çok küçük bir kısmı, onun dışında da çok ciddi bir yekûn aldığı için, yurtdışında iktidarı temize çıkaran konuşmalar yapması çok normal. İçine girdiği ilişkilerin deşifre olması kim bilir insanları ne kadar şaşırtırdı?

Bu durumda sektördeki insanların bağımsız hareket edememesi çok normal, Türkiye’de esaslı bir sansür vardır ve bu sansüre sinemacıların kirli ilişkileri de dâhildir. Bakanlık çok açık bir şekilde bu kirli ilişkileri koz olarak sinemacılara karşı kullanmaktadır. Sonuç olarak da sansüre karşı en ciddi karşı duruşun Sine-Sen’den gelmesi çok normaldir. Türkiye’de bütün Avrupa’nın en kötü çalışma koşulları egemenken, üniversite mezunu sinema emekçilerinin çalışma ve yaşam koşulları sosyal güvenceden tutun, çalışma saatlerine kadar, insanı tüketecek bir haldeyken, hiçbir meslek birliğinin esastan sansüre karşı ideolojik/siyasi olarak karşı duramaması, tam da üretim tarzından dolayıdır. Kara liste yöntemini Hollywood’da uygularken, ABD’de siyasi iktidarın en büyük kozu “ekonomik yaptırımlardı”, şimdi de halka dayanmadan, halka seslenmeden ve halktan kopuk olmanın cezasını sinemacılar elleri mahkûm olarak ödüyorlar.

Türkiye’de sinemacıların ünlülerin ortak özelliği onların müptela olmasıdır: Bakanlıktan destek almadan ve Bakanlığın önlerini açmadan kıpırdayacak halleri yoktur. Bakanlık tarafından bağımlı olarak görülürler ve açıkça istismar edilirler. Böyle durumda kim hangi sansüre karşı çıkacak? Bu arada Festivaller ise Bakanlığa göbekten bağlıdır, bağımsız festival gibi tuhaf sözleri çok duyarız, ama kimse inanmaz buna, festivali yapanlar ise hiç inanmaz.