Acayip kuru bir yıl geçirdik, kayda değer hiçbir film çıkmadı, üstelik bütün festivaller tartışmalı geçti, bu arada esasa dair hiçbir muhalif ses çıkmadı.

Sinemacılarımızın olup bitenlere dair hiçbir fikirleri yokmuş gibi. Tam bir kamera paradoksu var, kamera gelmeden önce fısır fısır ateşli konuşuyorlar, kamera gelince derin bir sessizlik, ne oldu size?

Senaryo gelmedi abi, ne diyeceğimizi bilmiyoruz. İyi de size söylenileceklerin niye söylenmesi gerekiyor, sizin fikriniz, duruşunuz, cisminiz yok mu?

Tehlikeli abi, 7 Haziran’dan sonra konuşalım, musluklar yine tıkanmış da, artık hangimizinki tamir edilecek, hangimizinki başka bahara kalacak belli değil.

İş bu kadar basit: Halka gitmeyenin yolu, boynunda yularla sanat yapma çabasıdır, artık ne kadar olursa.

İnsanlar niye sinemaya gitmiyor? Çünkü anlatılanların insanların hayatlarıyla ilgisi çok sınırlı. Şöyle düşünelim, bir film bir sosyal gerçeklik yaratır, karakterlerinden olaylarına kadar filmin sizin dünyanızla, hayatınızla, dertlerinizle, sevdiklerinizle, en çok da özlemleriniz ile kesişmesi lazım, ama gelin görün ki bizimkilerin yaptıkları filmlerin sosyal gerçekliği bizim hayatımızla örtüşmüyor ki! Millet kendi yaşadıklarını anlatmıyor, tam aksine fantezilerini anlatıyor, o yüzden aslında tarihsel anlamda Yeni Türkiye Sineması değil, Fantezisever Yönetmenler Dönemi demek daha doğru olacak. Onların fantezileri giderek bizim kâbusumuza dönüşmeye başladı, o yüzden sinema salonlarına gitmekte zorlanıyoruz. Yeni yapılan filmlerin büyük bölümü, kendilerince ateşli sahneler ve acı gerçekler gösteriyor, ama daha geniş açıdan bakılınca, derin derin düşününce şunu anlıyoruz: Bunlar acı gerçekler değil, fantezi dünyasında bile tatmin olmayan kaybetmişlerin hezeyanlarına benziyor. Millet âşık olmayı da mı unuttu ki tek bir Yeni Türkiye Sineması’nda gerçek anlamda bir aşk hikâyesi yok!

Yeni Türkiye Sineması’nda bir de erotizm yok, kimse kimseyle tutkulu sevişmiyor nedense!
Bundan başka, Yeni Türkiye Sineması’nda kimse çalışmıyor, nedense kimse düzenli bir işte çalışmıyor, fabrika görüntülerini bırakın, memurlarımız da artık filmlerin merkezinde durmuyor, esnaflar da yok, Mahmut Usta’yı unuttuk, Mahmut Hoca yeni Türkiyecilerce zaten tukaka edilmedi mi? Hiçbir sınıf Anadolu’daki kitapsız okuyan küçük kardeşleri için de kitap toplamıyor. Hayat gece âlemlerinde, yeraltı yaşamında, ölümü beklerken, yenilgiyle biten ilişkiler yığınının ardından geliyor. Hikâyeyi öldürünce, gerçeklikle bağımız azaldı gibi.

Hangi büyük sinemacılarımız, 7 Haziran için hangi kıymetli toplumsal düşüncelerini ve kaygılarını belirtti ve hangi tercihi niye yapacağını belirtti? Bilmiyorum, galiba basını yeterince takip etmiyorum, ondandır!

Bu arada dizi yaşamında ateşli çatışmalar devam ediyor, diziler için oyunculardan epeyce haber türetiyor medyamız, ama gelin görün ki çalışanların yaşam koşulları, ücretleri, çalışma saatleri, sosyal güvenceleri meselelerine “yabancıyız”. Türkiye bütün Avrupa kıtasında, üniversite mezununa çırak muamelesi yapan tek ülke, biliyor muydunuz?

Genellikle şöyle olurdu, belirli meslek kolları seçim dönemlerinde daha bir öne çıkıp haklarını sağlama almak, taleplerini kabul ettirmek için daha çok öne çıkar, daha çok gündeme girmeye çalışırdı, ama sinemada nasıl oluyor? Seçim dönemlerinde ağır bir sessizlik çöküyor, ne talepler, ne yıllardır beklenen “sinema yasası”, ne kurumsallaşmanın önündeki engeller… Ağır bir sessizlik, büyük bir bekleyiş ve karşılıksız yardım portföyü için “unutmayın abi, ben sustum, gerektiği zaman yine susarım” tavrı. İşte Yeni Türkiye Sineması, ödenekli sinema yani, fantezidolu filmler yapmak için sessizce gününü bekleyenlerin sineması… Bu tavırlar çoktan eskimedi mi? 12 Eylül’ün üzerinden 35 yıl geçti, ama hâlâ derin izleri var. Memleket için hayırlı olsun, eliniz dert görmesin, gelene de ağam gidene de paşam, işte günümüz sinemacılarının mottosu.