Milli Sinemacılara duyuru, “vicdandan söz edip, açık aleni yalan söylemek, dinen haramdır.”

Milli Türk Talebe Birliği 1970’lerde solcu öğrencilerin bulunduğu, tiyatro ve diğer sanatlarla uğraşılan bir yerdi, o yüzden de 1960’lı yıllarda yapılan bir operasyonla “millicilere”, aslında millici olmayan İslamcılara verildi. Bunu merhum Zeki Alasya televizyonda da anlatmıştı: 1960’larda Eminönü’ndeki merkezinde tiyatro yaparken birden toplu halde namaz kılmalar ve benzeri şeyler yaparak dernekteki solcu ve ilericileri kovmuşlardı. Tabi biraz ilerleyip oradaki büyük tarihsel camilerde namaz kılmamalarının basit nedeni, derneği ele geçirmekti.

Sonrasında elbette hiçbir ciddi kültür sanat etkinliği yapmadılar. Zamanını bekliyorlardı. Nitekim o zaman da 1971 darbesinden sonra geldi.

Hürriyet gazetesi darbeden bir süre sonra, 27 Mayıs 1971 yılında büyük manşetle çıktı: Yılmaz Güney ile Beş Filmci Göz Altında: Yılmaz Güney, Beklan Algan, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Atıf Yılmaz.

Sonra ne mi oldu? Aslında tutuklama falan yok, Metin Erksan, Halit Refiğ ve elbette Atıf Yılmaz ciddi bir korku altında, savcılığa başvuruyorlar, ben dışardayım, beni tutuklayacak mısınız diye. Savcılık da o listede siz yoksunuz diyor. Hatta bir şey olursa beni arayın diye telefon numarasını alıyorlar.

Peki, bunların Milli Türk Talebe Birliği ile ilgisi nedir?

Bağı da illiyeti de var: bundan bir süre sonra, epeyce korkmuş olan Erksan ve Refiğ’in de katılacağı, bir panel düzenliyor Milli Türk Talebe Birliği, böylelikle bu sinemacılarımız uygun bir yerden teslimiyet mesajı verecekleri zaman sistem MTTB’si seçiyor: Milli Sinema Açık Oturumu.

Ne oldu? Korkmuş ve sinmiş olan Metin Erksan, kürsüden bağırdı, “Şeyh Bedrettin kim arkadaşlar? O benim devletime kılıç çekmiş bir Şaki!”

Nereden nereye, 1960’lı yıllarda TİP’te seminer veren, Sine-İşin kurucularından Erksan, 1965 seçimlerinden sonra çark etmeye başlıyor, ardından bir korku darbesi, sonuçta kendini iktidarın “Aferin, şimdi adam oldun!” dediği yere MTTB içinde geliyor.

Sonra bunların elbette bir film deneyim var:

Güneş Ne Zaman Doğacak?

Ne mi oldu? Maraş Katliamında başlangıç fişeği olarak işlev gördü.

Milli Sinemacılarımız bir türlü millileşemedi, halka sanat eserleriyle seslenemediler, ama puslu zamanlarda yine söz aldılar ve “Terör geyiği” yapıp, tüm sinemacılar adına seslenme saçmalığını kendinde gördüler.

Adamlar film yapamadıkları için, sanatla esastan iştigal edemedikleri için, şimdilik açıktan para almak için kamuoyu yönlendirme çalışmalarına başladılar, iyi işmiş. Ayıp! Ayıp! Sanatçı iktidardan yana olmaz, halktan yana olur, bu işin esbabı mucibesi budur.

Bu Akademisyenlerin bildirisi neymiş arkadaş? Her gelen bir vatan sözcüğü üzerinden taraf tutuyor.

Aklı başında her vatan evladı, bugünkü savaş için şunu der: Bu savaş benim savaşım değil. Vatanı bölmek isteyenler Diyarbakırlılar değil, tam aksine merkezdeler ve onların da derdi vatan falan değil, yaraları da dertleri de sırları da yedikleri de “helal değil.” Zaten kendileri de söylüyor. Bazılarına göre dil sürçmesi, ama bana göre dil değil vicdan sürçmesi bu, vicdan!

Sinemacılarımızın hasının yapması gereken bellidir, öyle sokağa çıkma yasağı falan dinlemez sinemacı, alır kamerasını bizzat o sokakları, o çatışmaları, o saldırıları çeker: 1. TARİHE NOT DÜŞMEK İÇİN, 2. İKTİDARA HAKİKATİ SÖYLEMEK İÇİN, 3. VATANDAŞA SESLENMEK İÇİN…

O kadar milli sinemacı isen, al kameranı eline, git çatışmaları çek, halkla konuş, olup bitenlere kameranla tanıklık et, bütün millete göster ve ondan sonra ne diyorsa de. Evinde oturarak sinemacılık yapılmaz: GEZİ SÜRECİNİ FİLME ALAMAYAN ÖDÜLLÜ SİNEMACILARIMIZIN ödüllerini nereden aldıkları ve kime pazarladıklarına hayıflanıyorduk, şimdi de masum halkın katledilmesine karşı çıkan akademisyenleri suçlayanlar çıktı karşımıza. Zaten bizim derdimiz bize yetiyordu.

sinemacilara-duyuru-bu-savas-benim-savasim-degil-111157-1.