Ayrımcılığın bir türü olan ırkçılık, sinemada faşist ideolojinin propaganda ögesi olarak kullanıldığı gibi, ‘ırkçılık karşıtı’ filmlerin altyapısını oluşturan bir tema olarak da değerlendiriliyor.

Sinemada ırkçılık dersleri

İnsan doğasının karanlık yönlerini ve insanlık tarihinin utanç sayfalarını beyazperdeye aktaran sinemacılar için ırkçılık her zaman el yakan bir konu olmuştur. Tıpkı, ayrımcılığın öteki türleri, cinsiyet ayrımcılığı, LGBTİ bireylerine yaklaşım, dinsel ayrımcılık, siyasal görüş ayrılığında olduğu gibi… Ayrımcılığın her türü, her dönemde sanatın ilgi alanı içinde olmuştur. İnsana ait olan her konuya el atan sanatçıların bu temaya ilgisiz kalması düşünülemezdi. Farklı sanat disiplinlerinde ayrımcılığın nedenlerinin ve sonuçlarının yorumlandığı binlerce yapıt verildi. Ayrımcılık o kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor ki, bir yazının sınırları içinde ele almak olanaksız; bu yüzden çerçevemizi ‘ırkçılık’la ve sinema alanıyla sınırlandıracağız.


Sinemada sıkça kullanılan bir tema olmasının yanı sıra, işgücü piyasasından dışlanma nedeni olabilmesi nedeniyle de sektörü derinden etkilemiştir ‘ırkçılık’. Siyah sinemacıların beyazlarla eşit bir muameleye tabi olmaları için uzun yılların geçmesi gerekmiştir. Bugün bile bu sorun sinema dünyasının gündeminden çıkmış değil. “Black Lives Matter” (Siyahların Yaşamları Değerlidir) hareketi sinema dünyası üzerindeki etkisini sürdürüyor. Bu hareket, tıpkı cinsiyet ayrımcılığına karşı verilen mücadele gibi, iki boyut içeriyor. Birincisi, filmlerde (dijital platformların son yıllarda kazandığı önem göz önüne alınırsa ‘içerik’lerde demek daha doğru olacak) siyahların temsilindeki haksızlıkların giderilmesi, klişe rollerden kaçınılması, daha çok siyah içeriğin görünür kılınması, festival programlarında bu ilkenin dikkate alınmasını kapsıyor. İkinci boyut ise, sinema ve televizyon sektöründe çalışan görevliler açısından ayrımcılığın sonlandırılmasını, yani kamera arkasında ve önünde daha çok siyaha iş olanağı sağlanmasını, festival jürilerinde bu ilkenin göz ardı edilmemesini içeriyor.

FAŞİST SİNEMA VE IRKÇILIK

Siyaset dünyasının sinemanın bireyin bilinci ve bilinçaltı üzerindeki etkilerinden yararlanmayı düşünmesi neredeyse sinemanın tarihi kadar eski. Milliyetçiliğin başat ideoloji olduğu 20. yüzyıl başında, ulus devletlerin milliyetçi fikirlerin yaygınlaştırılmasında sinemanın gücünden yararlanmayı düşünmüş olmaları rastlantı değil. Bu duyguların geniş kitlelerce benimsenmesi sonucu, sinemacıların para kazanmak adına kitlelerin beğeneceği filmlere yönelmesi de şaşırtıcı değil. ABD’den Rusya’ya, Almanya’dan Türkiye’ye sinemacıların milliyetçi temaları ele aldığını görüyoruz. Milliyetçilikle ırkçılık arasındaki duvarların kolayca aşılabilmesinin yarattığı sonuçlara sinema tarihi tanıktır.

Amerikan sineması, ırkçılık denilince ilk akla gelen sinemalardan biri. Sömürgeci ülkelerin kendi suçlarını örtme çabası içinde, zulmettikleri kitleleri ‘öteki’ ve ‘düşman’ olarak tanımlamalarının en güzel örneklerini bu sinemada görürüz. Kuzey Amerika’nın yerlilerini soykırıma uğratarak, topraklarına el koyan yeni yerleşimcilerin (İngiliz, İrlandalı, Fransız vb) kahramanlık öykülerini anlatan Amerikan filmleri ırkçılığın en bariz biçimde sergilendiği yapımlar arasındadır. Amerikan İç Savaşı’nı konu alan filmlerde ise, ‘beyaz’ iyi adamların karşısında kötü ‘siyah’lar vardır.

Amerikan sinema tarihçilerinin yakın zamanlara kadar baş tacı ettiği, sinema sanatının öncü yapıtlarından biri olarak gösterilen 1915 tarihli “Bir Ulusun Doğuşu” ırkçı bakış açısının en belirgin olduğu filmlerden biridir. Biri Kuzeyli, diğeri Güneyli iki ailenin öyküsünü anlatan D. W. Griffith, Güney’in beyazlarını ve onların ırkçı örgütü Ku Klux Klan’nı açıkça yüceltir. Sinema sanatının klasiklerinden, Güney’in İç Savaş sonrası yeniden inşa edilmesini konu alan 1939 tarihli Victor Fleming filmi “Rüzgâr Gibi Geçti” aynı derecede yoğun bir ırkçılık barındırmasa da, sağcı ve ırkçı bakış açısının tüm zaaflarını taşımaktadır.
Almanya’da 1933’de iktidara gelen Naziler, sinemayı propaganda aracı olarak değerlendirdiler. İdeolojileri gereği Alman ırkını yüceltirken, ‘ari ırk’ dışındaki diğer ırkları (özellikle Yahudileri ve Çingeneleri), komünistleri, eşcinselleri ve engellileri aşağılayan filmler yaptılar. Leni Riefenstahl’ın ‘İnancın Zaferi’, ‘İradenin Zaferi’ ve ‘Olympia’ adlı propaganda filmleri, Karl Ritter’in “İki İyi Arkadaş”, Veit Harlan’ın “Yahudi Süss” ve “Büyük Kral” adlı filmleri dönemin ırkçı ideolojisini yansıtan yapımlar olarak tarihe geçti.

KAPİTALİZMİN BAKIŞ AÇISI

İkinci savaş sonrası, ABD dünya liderliğine soyunurken, milliyetçilik damarını olabildiğince ırkçılıktan arındırarak, ırkların bir arada yaşayabileceği tezini tezgâha koymuştur. Bu tez doğrultusunda üretilen filmlerde, siyahlar da ‘iyi’ olabiliyordu. Tabi, ‘efendileri’yle iyi ve uygar bir ilişkiyi benimsedikleri sürece… Kapitalist sistem, siyahları da ‘müşteri’ olarak deftere yazmakta bir sakınca görmüyordu. Bunun için sistemin ‘imkânları’nı sergileyerek, umut aşılamak gerekiyordu. 1950’li yılların başında, Sovyetler’in güçlenmesinden korkan Amerikan siyaseti bir başka düşmanı, ‘kızıl tehlike’yi piyasaya sürdü. Hollywood’un 50’ler ve 60’larda yaptığı ırkçılıkla ilgili yapımlar arasında liberal görüşleri savunan Elia Kazan’ın “Pinky”, Stanley Kramer’in “Kader Bağlayınca” (The Defiant Ones) ve “Beklenmeyen Misafir” (Guess Who’s Coming to Dinner) adlı filmleri sayılabilir. Robert Muligan “Bülbülü Öldürmek”te siyah bir genci savunan idealist bir beyaz avukatın öyküsünü anlatırken, Norman Jewison “Gecenin Sıcağında” adlı filminde bir polisiye öykü çerçevesinde toplumdaki ırksal gerilime işaret ediyordu.

Siyahların kendi kimlikleri ve toplumsal mücadeleleri ile beyazperdeye yansıması için, ‘Sivil Haklar Hareketi’nin toplumda ses getirmeye başladığı Kennedy yıllarını, öğrenim kurumlarında ırk ayrımına son veren yasanın kabul edildiği 1963 yılını beklemek gerekti. Sivil Haklar Hareketi’ni yetersiz bulan ‘Black Power’ (Kara Güç) ve benzeri militan grupların ortaya çıkması, 1968’de M. Luther King’in öldürülmesi ve Vietnam savaşı karşıtı eylemler bir süre geçtikten sonra sinemaya da yansıdı (Peter Watkins’in “Punishment Park”ı v.b.). 70’li yıllarda demokrat/liberal görüşlere sahip sinemacılar, sistemin aksayan yönlerine dikkat çekerken, düzendeki yenilenmenin bireysel kahramanlıklar aracılığıyla sağlanabileceği görüşünü savunuyorlardı. “Gordon’s War” gibi bazı filmler, siyahların gettolardaki ‘onurlu’ yaşamı sergileyerek siyahların da sistemin bir parçası olduğu görüşünü bilinçaltına yerleştiriyordu. Seyircinin olumlu kahramanlarla özdeşleşmesi istenen bu yaklaşım çerçevesinde, ‘İyi’ siyahlar da, beyaz kahramanların yanında yer alabiliyordu. Siyah liberallerin ılımlı görüşlerini yetersiz bulan radikal siyahlar ise ‘milliyetçi’ bir siyah politikanın gerekliliğini savunuyordu. Melvin Van Peebles, 1971 yapımı “Sweet Sweetback’s Baadass Song” filminde siyahların artık beyazlara boyun eğmemesi gerektiğini söylüyordu. Sidney J. Furie “Lady Sings the Blues”de sistem içinde başarı kazanan bir sanatçıyı anlatırken, John Berry “Claudine”de siyahların da kapitalizmi kurallarına göre oynaması gerektiğini savunuyordu.

GEÇMİŞİN GÖLGESİNDE

80’ler ve 90’larda, “Sosyete Polisi” benzeri komediler, “Zafer” ya da “Kurtlarla Dans” gibi ırksal uzlaşmayı savunan liberal görüşlü filmler çoğunluğu oluştururken, “Özgürlük Çığlığı” gibi filmlerle ırkçılık sorununa evrensel bir bakış açısı getiriliyor, bir yandan da “Malcolm X” gibi filmlerle Amerika’nın temel çelişkilerinden biri olan ırkçılık sorunu beyazperdede gerçekçi bir temsil olanağı buluyordu. Spike Lee, sonraki filmlerinde daha yumuşak bir yaklaşımı benimsedi (“Doğruyu Seç / Do the Right Thing”, “Karanlıkla Karşı Karşıya / BlackkKlansman”). Joel Schumacher’in “Öldürme Zamanı”, Tony Kaye’in “Geçmişin Gölgesinde” (American History X), Steven Spielberg’in “Mor Yıllar”, “Amistad” ve “Schindler’in Listesi” gibi ırkçılığı telin eden filmlerin geniş kitlelerin beğenisini kazanmasından sonra, 2000’lerin gözde temalarından biri oldu ırkçılıkla mücadele. Yalnızca birkaçını sayarsak: “Lumumba” (Raoul Peck), “Özgürlüğün Rengi / Goodbye Bafana” (Bille August), “Otel Ruanda” (Terry George), “12 Yıllık Esaret” (Steve McQueen), “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” (Justin Chadwick), “Özgürlük Yürüyüşü / Selma” (Ava du Vernay), “Son Durak” (Ryan Coogker), “Ayışığı” (Barry Jenkins), “Kapan / Get Out” (Jordan Peele), “Çitler” (Denzel Washington), “Gizli Sayılar” (Theodore Melfi), “Yeşil Rehber” (Peter Farrelly) ve son iki yıldan: “Miami’de Bir Gece” (Regina King), “Yahuda ve Siyah Mesih” (Shaka King), “Respect” (Liesl Tommy), “Siyah Beyaz / Passing” (Rebecca Hall), “Summer of Soul” (Questlove), “West Side Story” (Steven Spielberg)…

Avrupa Sinemasında 60’lardan bu yana çokça işlenen bir tema ırkçılık. Jan Kadar’ın “Ana Caddedeki Dükkân”, Gillo Pontecorvo’nun “Kapo”, “Cezayir Savaşı” ve “İsyan”, Bertrand Tavernier’nin “Sil Baştan / Coup de Torchon”, Mathieu Kassovitz’in “Protesto / La Haine”, Roman Polanski’nin “Piyanist”, Michael Haneke’nin “Bilinmeyen Kod”, Jacques Audiard’ın “Dheepan”, Milcho Manchevski’nin “Yağmurdan Önce”, Aida Begiç’in “Kar”, Jasmila Zbanic’in “Quo Vadis Aida”, Merzak Allouache’ın “Ömer Gatlato”, Afrika Sinemasından Osman Sembene’nin “Thiaroye Kampı”, Latin Amerika’dan Tomas G. Alea’nın “Son Akşam Yemeği” ırkçılığı eleştiren önemli yapımlar arasındadır. Irkçılığı öven filmler de yapılmıştır mutlaka, ama çoktan unutuldular…

Bizim sinemamızda ırkçı eğilimler taşıyan epey filmimiz var; onları sıralamaktansa ırkçılığa karşı açık tavır koyan birkaç yönetmeni hatırlatmak istiyorum: “Düşman” (Zeki Ökten), “Hakkari’de Bir Mevsim” (Erden Kıral), “Salkım Hanımın Taneleri” ve “Güz Sancısı” (Tomris Giritlioğlu), “Küçük Adam Büyük Aşk” (Handan İpekçi), “İki Dil Bir Bavul” (Özgür Doğan-Orhan Eskiköy), “Fotoğraf” ve “Bahoz” (Kazım Öz), “Rüzgârın Hatıraları” (Özcan Alper), “Renksiz Rüya” (Mehmet Ali Konar)… Unuttuklarım gönül koymasın, olur mu?