Ülkemizin en köklü kadın filmleri festivali ‘Uçan Süpürge’nin 24’üncü yaşını kutluyoruz. Bu vesileyle bu hafta Türkiye’de ve dünyada kadınların damga vurduğu sinema tarihine kısa bir yolculuğa çıkıyoruz. Elbette sinemaya emek vermiş kadınlara ve verdikleri mücadeleye selam çakarak

Sinemada kadının adı var

Edebiyatta olsun, sinemada olsun pek çok sanatçı, ‘kadın yazar’, ‘kadın yönetmen’ olarak adlandırılmaktan pek hazzetmez. Kimi bu konuda radikal bir tavır takınır, kimi önemsemez. Kendi payıma, ikinci grubun görüşlerine daha yakınım. Özellikle, kadının ‘ikinci sınıf’ bir insan olmaktan bir türlü kurtulamadığı ülkelerde, bu türden radikal tavırların gereksizliğini, ‘pozitif ayrımcılık’ın yararını savunurum.

Pek çok sanat alanında olduğu gibi, sinema alanında da kadın sanatçıların, özellikle yönetmen, görüntü yönetmeni, kurgucu gibi meslek dallarında çalışan kadınların hakkının teslim edilmediğini biliyoruz. Sanat tarihi, erkeğinin gölgesinde kalmış, göz ardı edilmiş, bağımsız kimliğini dünyaya kabul ettirememiş kadınlarla doludur. Camille Claudel’in öyküsünü anlatan filmlerin yanı sıra, aynı şeyin bilim alanları için de geçerli olduğunu gösteren “Radyoaktif” filmini anımsatarak girelim konuya.


YEŞİLÇAM’IN KADINLARI

Sinemamızın ilk kadın yapımcısı ve yönetmeni Cahide Sonku, aynı zamanda ilk kadın ‘yıldz’ımızdır. Döneminin en popüler oyuncusu olmasına karşın bununla yetinmemiş, kendi yapım şirketini kurarak farklı yönetmenlerle birlikte filmler çekmiştir, çünkü bir kadının tek başına film yönetmesi alışılmış bir şey değildir. “Vatan yahut Namık Kemal”, “Beklenen Şarkı” gibi filmlerin ortak yönetmeni olan Cahide Sonku’nun yaşamını beyazperdeye yansıtan Ziya Öztan’ın “Cahide”si bu soruna parmak basan önemli bir filmdir.

Sözün burasında, tiyatromuzun öncü kadın sanatçısının yaşamını konu alan “Afife Jale”nin yaratıcısı Şahin Kaygun’u, “Asiye Nasıl Kurtulur”un yazarı Vasıf Öngören’i, “Kadının Adı Yok”un yazarı Duygu Asena’yı ve bu iki yapıtı sinemaya aktaran Atıf Yılmaz’ı anmak boynumun borcu. Atıf abi (öyle seslenirdik kendisine), feminist değildi belki ama ülkemizde kadının karşı karşıya olduğu sorunlar üstüne “Adı Vasfiye”, “Aaah Belinda”, “Mine”, “Bir Yudum Sevgi” gibi -dönemine göre- cesur filmler yaptı. Ama, bu filmlerde bile, kadının kurtuluşu ‘doğru erkek’lere bağlanıyordu. Yeşilçam’ın kadına bakışı ‘erkek egemen’ ideolojiden kopmamış, kopamamıştır. Güney’in filmlerinde bile bu bakış açısının izleri görünür. Yeşilçam’ın kadınları üç prototipte toplanabilir: fahişe, zengin (ve Batılı) kadın, geleneksel değerlere bağlı ‘ev kadını’. Bir Hacivat-Karagöz oyunundaki gibi iki boyutludur karakterler. Söylem ‘ataerkil’dir. Bakış açısının değişmesi için, sinemamızda kadın yönetmenlerin etkin bir rol oynadığı yılları beklemek gerekmiştir.

HOLLYWOOD ‘RÜYA’LARI

Yeşilçam, yukarıda sözünü ettiğim tiplemeleri kendi icat etmedi. Amerikan sinemasının klişelerini kültürümüze uyarlamakla yetindi. Amerikan sineması da erkeklerin egemen olduğu bir ortamdı. Yapımcısı ile, yönetmeni ile tam bir ‘erkek’ dünyası. Bu dünyada kadın, güzelliği ölçüsünde değerliydi. Senaryolar, aile yıkan ‘femme fatal’ (kötü kadın) tiplemeleri ile doluydu. Kiev’de (zamanın Sovyetler Birliği, şimdinin Ukrayna’sında) doğup, ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden öncü (avangard) bir sanatçı, Maya Deren bu yapıya karşı çıkarak, Amerikan bağımsız sinemasının ilk örneklerini verdi. 1940’lı yılların başlarında… Onun kadar devrimci bir kişiliği olmasa da, İngiltere doğumlu Ida Lupino oyunculukla adım attığı Hollywood’da yapımcı ve yönetmen olarak uzun yıllar ayakta kalmayı başardı.

Avrupa sinemasında kadınların film yönetmeye başlamasının tarihi ise daha eskilere gidiyor. 1920’ler Almanyası’nda Lotte Reiniger “Prens Ahmet’in Serüvenleri”ni çekebilmiş, 1930’larda Leni Reifenstahl, “İradenin Zaferi” ve “Olympia” filmlerinde Nazi estetiğini beyazperdeye yansıtmış, rejimin resmi sinemacısı olmuştu… Hikâyenin sonunu biliyorsunuz, diktatörlerin ve onlara hizmet edenlerin yazgısı hiç değişmez…

ÖZGÜR KADINLAR

Savaş sonrası, Avrupa sineması yeni dalgalar’la sarsılırken bir kadın yönetmen, Agnes Varda Fransız sinemasının ününü dünyanın dört bir köşesine taşıyordu. “Mutluluk” Hollywood’un mutlu aile klişesini altüst eden bir yapıttı; gençlik yıllında hayranlıkla izlediğim… Varda, 60’lardan 2000’lere uzanan meslek yaşamı boyunca pek çok önemli yapıta ima attı. Yeni Dalga, yalnızca kadın yönetmenlerin önünü açmıyor, aynı zamanda sinemada ‘özgür kadın’ imgesini yerleştiriyordu.

68 devrimi her alanda olduğu gibi sinemada da özgür düşüncenin kapısını araladı. Fransa’da Marguerite Duras (Hindistan Şarkısı), Catherine Breillat (Kız Kardeşim), Belçika’da Chantal Akerman (Jeanne Dielman), Çekoslovakya’da Vera Chytilova (Papatyalar), Sovyetler Birliği’nde Larisa Schepitko (Yükseliş), Kira Muratova (Uzun Elveda), Macaristan’da Marta Meszaros (Dokuz Ay), İtalya’da Liliana Cavani (Gece Bekçisi), Amerika’da Barbara Kopple (Harlan County, ABD) izleyiciyi sarsan filmler yaptılar. Sinematek yıllarında bu ustaların yapıtlarını izlerken, sinemamızda da böyle cesur kadınlar çıkacak mı diye umutlanırdık. Çıktı da...

sinemada-kadinin-adi-var-881765-1.
Ateşlere Doğmak “Born in Flames” Lizzie Borden yönetmenliğinde 1983’te ABD’de çekildi.

80’lerde bu dalga etkisini artırdı. ABD’de Susan Seidelman (Umutsuzca Suzan’ı Arıyorum), Lizzie Borden “Ateşlere Doğmak” (bu fantastik feminist yapımı MUBI’de izleyebilirsiniz), Lisa Cholodenko (Yüksek Sanat), Martha Coolidge (Vadi Kızı) gibi yönetmenler, Almanya’da Margarethe von Trotta (Rosa Luxemburg), Fansa’da Claire Denis (Çukulata), Polonya’da Agnieszka Holland (Avrupa Avrupa), Macaristan’da Ildiko Enyedi (Benim 20. Yüzyılım) sinemaya kadın dokunuşunun nasıl mucizeler yaratabileceğini gösterdiler. 90’lardan 2000’lere uzanırsak, ABD’de Kathryn Bigelow (Zero Dark Thirty), Sally Potter (Orlando), Bileşik Krallık/İskoçya’da Lynne Ramsay (Kevin Hakkında Konuşmalıyız), Avustralya’da Jane Campion (Piyano), Hndistan’da Mira Nair (Selam Bombay), Japonya’da Naomi Kawase (Yas Ormanı), Tunus’ta Moufida Tlatli (Sarayın Sessizliği) dünya sinemasında kadın yaratıcılığının en güzel örneklerini verdiler.

BAĞIMSIZ GENÇ USTALAR

2000’lerde Amerikan bağımsız sinemasından yeni yönetmenler çıktı meydana: Ava du Vernay (Selma), Sofia Coppola (Bir Konuşabilse), Andrea Arnold (Amerikan Şekeri)… Bu çizgi, 2010’larda Greta Gerwig (Frances Ha), Kelly Reichardt (Kestirme Yol), Çin asıllı Chloé Zhao (Nomadland) ile sürdü. Avrupa ve Asya sinemalarından keşifler art arda geldi: Almanya’dan Maren Ade (Toni Erdman), İtalya’dan Alice Rohrwacher (Mutlu Lazzaro), Fansa’dan Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi), Suudi Arabistan’dan Hayfa Al-Mansour (Vecide), Lübnan’dan Nadine Labaki (Kefernahum)…

Sinemamıza gelirsek, Cahide Sonku ve Birsen Kaya’nın ardından yönetmenliğe adım atan, ilk kadın usta Bilge Olgaç, “Kaşık Düşmanı”, “Gülüşan”, ”İpekçe” gibi filmlerinde kadın sorunlarına eğilirken, toplumcu çizgisinden hiç ayrılmadı. Sonraki yıllarda, Mahinur Ergun (Med Cezir Manzaraları), Nisan Yönder (Beyaz Bisiklet), Tomris Giritlioğlu (Salkım Hanımın Taneleri), Türkan Şoray (Dönüş), Canan Gerede (Aşk Ölümden Soğuktur), Füruzan - Gülsün Karamustafa (Benim Sinemalarım), Işıl Özgentürk (Seni Seviyorum Rosa), Seçkin Yasar (Sarı Tebessüm), Biket İlhan (Sokaktaki Adam) gibi birkaç isim dışında sinema dünyamızda kadının varlığından söz etmek için fazla iyimser olmak gerekiyordu.

Neyse ki, inatçı bir genç kuşak geldi ve erkeklerin dünyasına meydan okudu. Yeşim Ustaoğlu (Güneşe Yolculuk), İlksen Başarır (Başka Dilde Aşk), Handan Öztürk (Benim ve Roz’un Sonbaharı), Belmin Söylemez (Şimdiki Zaman), Çiğdem Vitrinel (Geriye Kalan), Aslı Özge (Köprüdekiler), Belma Baş (Zefir), Selma Köksal (Fikret Bey), Deniz Akçay Katıksız (Köksüz), Handan İpekçi (Büyük Adam Küçük Aşk), Deniz Gamze Ergüven (Mustang), Vuslat Saraçoğlu (Borç), Senem Tüzen (Anayurdu), Ahu Öztürk (Toz Bezi), Merve Kayan ve Zeynep Dadak (Mavi Dalga), Ceyda Özgün Özçelik (Kaygı), Çağla Zencirci (Sibel), Pelin Esmer (Kraliçe Lear), Leyla Yılmaz (Bilmemek), Eylem Kaftan (Kovan), Nisan Dağ (Bir Nefes Daha), Azra Deniz Okyay (Hayaletler)… Elbette unuttuklarım da var, belgeselcilere fırsat kalmadı, ama bu kadarı bile sinemamızın geleceği adına umut verici değil mi? Şunu da eklemem gerek; isimleri sıralarken herkesten yalnızca bir film adı yazdım, ilk aklıma geleni…