“Aklın bu içsel olayına toplumsal bir paralellik arayacağım. Toplumsal yaşamda bir ruhsal eylemin

“Aklın bu içsel olayına toplumsal bir paralellik arayacağım. Toplumsal yaşamda bir ruhsal eylemin (isteği kılık değiştirerek ifade etmeye) benzer biçimde çarpıtılmasını nerede görüyoruz? Yalnızca iki kişinin söz konusu olduğu, birincinin belli bir derecede güce sahip olduğu, ikincinin de bu gücü hesaba katmak zorunda bulunduğu durumlarda. Böyle bir durumda ikinci, ruhsal eylemini çarpıtacak ya da dediğimiz gibi aldatmaca yapacaktır. Her gün yaşadığım kibarlık büyük ölçüde böylesi bir aldatmacadır…” Freud (Düşlerin Yorumu).
Geçen hafta bu alıntıyı vermiştim, şimdi sinema dünyasında yukarıda belirtilen aldatmacanın karşılığını arayalım.
Sinema piyasası dediğimiz yapı Türkiye’de üç ana alandan oluşmaktadır. Birisi televizyon için yapılan diziler ve belgeseller, diğeri sinema salonları için kurmaca filmler, sonuncusu ise reklâm dünyasıdır. Bu arada çeşitli belgeseller ve kısa filmlerin yapıldığını biliyoruz, ama bunların ciddi bir piyasası yoktur.
Sinema piyasasını genel olarak kullanırsak, şunu çok iyi biliyoruz, çalışma şartları ne kadar ağırsa, o kadar üretim bandı ahlaksızlık kaynağına dönüşür. İki nedenle, birincisi çalışma şartları çok ağırdır, çok uzundur. Ama ikincisi tam da bizim ana malzememizi oluşturur: sinema piyasası aşırı hiyerarşiktir. Özellikle tabana doğru gelindiğinde, güvence müvence kalmaz, her an yerinizi almak isteyecek inanılmaz sayıda insan vardır. Bu hem kamera arkası için hem de kamera önü için geçerlidir. Bu hiyerarşik yapı, üste doğru gidildikçe benini aşırı derecede dayatma olanakları sunar. İnsanların kazançları arasında ise tarifi mümkün olmayan uçurumlar vardır. Örneğin bir star oyuncunun bölüm başına aldığını, tabandaki insan bir yılda alamaz, çalışma şartları ve saatleri arasındaki uçurum ise deyim yerindeyse “karşılaştırılamaz ölçüdedir”.
Bu yapı içinde, örneğin günde 16 saat çalışarak ve repo gününe kadar hiç ara vermeden bunu tekrarladıkları durumlarda, insanların özel hayatları falan kalmaz. Ama öte yandan her birisi yaptıkları iş gereği özel olanın ihlal edildiği ilişkilere çok yakındırlar, fazla içli dışlıdırlar. Dolayısıyla ilişkiler alanı denilen yerde, hem cinsel bağlamda hem de insani bağlamda “ahlaksızlık ve iki yüzlülük” başat haldedir. Birincisi salla başını al maaşını tavrını sürdürmek için, örneğin hiçbir sosyal güvenceleri de olmadığı için, her şeyi kabul etmek değil de onaylar gibi görünmek zorundadırlar. Özellikle üstlerine karşı mülayim ve nazik olmak gerekir, ama o kadar nettir ki herkesin iç içe olduğu anda onun karşısında iğrenç sözlerle atıp tutmak için yalnızca duyamayacağı kadar uzaklaşması yeterlidir. Diğer yandan yükselmek için cinselliğini kullanmak da ya da yükseltmek için cinsel talepler de bulunmak da en sıradan haliyle yaşanır.
Bir insan örneğin, geldiği mevkide işini çok iyi yaptığı için, üstünü gölgede bırakacak denli işe yarar çalışıyorsa, bu insan işten atılabilir. Herkes bir anlamda kendi altındakini kollamakta ve bir diğerini kendi mevkisi için rakip, daha doğrusu tehdit olarak görmektedir. Bu süreçte bir sorun çıktığında, bunu çözecek mevkie doğru aksettirilişinde inanılmaz değişikliklere uğrar. Yalan yalnızca normalleşmemiş, işin doğası gereği “kaçınılmaz” olmuştur. Herkes bir yandan kendi ekibini kurmaya çalışır. Bu ekipler içinde hiyerarşi de vardır, bu hiyerarşik ekip içinde ilk fırsat bulunduğunda adam satacak olsalar da, herkes kendi konumunu benimsemiştir.
Sektörün hiyerarşik yapısı içinde ne kadar çok insanla tebelleş olursanız o kadar çok ahlaki olarak maskeli ve ahlaksız davranmak işin mantığı gereğidir. Dolayısıyla, aslında yukarılara doğru çıktıkça daha masumlaşılır, ama işin yapısı gereği her şey çok iyi bilindiği için, yukarılara doğru çıkıldıkça bütün bu ahlaksız ilişkilere göz yumma ve görmezlikten gelme genel bir durum haline gelir, yani yukarıya doğru çıkıldıkça Üç Maymunu oynama hakkı kazanılır. Bu nedenle işin yapısı gereği, kendini yalıtarak kazanılan ahlak zaten ahlaksızlık kuyusundan beslenerek oynanmaktadır. Tekrar ediyorum, bütün bunların somut biçimleri hem kamera önü hem de hem kamera arkasında kendi özgün formları içinde ama öz olarak aynı şekilde yaşanmaktadır. Sendikalaşma ve sosyal güvencenin sektöre girmesi maliyetler ve özellikle sektörün üretim içindeki hiyerarşisi için gerçek bir tehdit olarak görülür.
Hakikaten bütün hakikatler ve niyetlerin gizlenmesi ile, yani biçim değiştirerek, bütün tepkiler de ketlenmiş bir şekilde dışa vurulur. Her şeyin bir mantığı vardır, bu mantık mantıksızdır ve ahlaksızdır.
Dostoyevski İvan’a “Tanrı olmasaydı, her şey mubah olurdu” dedirtmiştir, ama sinema sektöründe, kahir ekseriyetle “her şey mubahtır”. Öyle ki yönetmen ya da oyuncu dahil gerçekten doğru bir öneri karşısında, daha estetik bir öneri karşısında bile, kendi konumunu ve egemenliğini sürdürmek için rahatlıkla bunu yok sayabilir ve hatta üzerine vazife olmayan bir şeye karıştığı için öneriyi getireni cezalandırabilir. Aslında yükselmenin matematiği işini iyi yapmak, çalışkan olmak, yetenekli olmak üzerine değil, kendine özgü matematiği içinde ahlaksız ilişkiler içinde ortaya çıkan “yükselme rotası üzerinde en iyi açık gözetme ve kirli ilişkileri başarı ile yönetme” üzerine kuruludur.
Çalışma şartlarının aşırı ağırlığı nedeniyle, bir süre sonra insanlar zaten insan olmaktan belli açılardan çıkarlar, bunu özellikle dizi setlerinde çalışan çok sayıda insan açıkça dile getirir. Bir yerden sonra insan “hedefe kitlenmiş bir hayvan posasına doğru” elinde olmadan kayar. İnsanlığın getirdiği erdemleri çiğnemek insanları “pusulasız” bırakır. Öyle ki insanların özel hayatları bile bir süre sonra yaşanan çatışma ve ayrılıktan sonra, bunların alay konusu olması, aşağılanması, kabul edilemez gerçeklikten dolayı “yeni düşmanların edinilmesi” ile sonuçlanır. Bugünün sevgilisi yarın sizin iş bulmanızın önündeki engel haline gelebilir, genelde olan bir durumdur bu. Bu ortama otu da alkolü de rahatlıkla nüfuz eder. Her şey kendini baskı altında, dile getirilemez oldukları için biçim değiştirmeye uğrayarak, “tanınmaz halde” dışa vurur. Sürekli uyanık olmak, söylenenin, ifade edilenin, dışa vurulanın gerçek anlamını bulmak için, “sansürlünün gerçek anlamını ya da muradını” anlamak için kafa patlatmak gerekir. Öyle ki bu süreçler bile bir tür “düşünülmeden” ve “deneyimle, ben seni bilirimle” çözülür.
Sanat için İngilizcede immediacy diye bir terim vardır. Bunun anlamını biz Türkçede tek bir kelime ile karşılayamıyoruz. Bunlardan birisi bir şeyin acil olmasını niteliğini gösterir, acillik denir. İkincisi ise anlık olma halidir. Üçüncüsü ise doğrudanlık, aracısız olma halidir. Büyük sanat eserlerinin niteliği olarak kullanılır. Tam da sinema sektörünün işleyiş aşamasında bütün bunlar adım adım çiğnenir. Deyim yerindeyse her şey anlık olarak başlayabilir ve bitebilir, çoğu kere insan ne olup bittiğini anlayamaz. Sansür yapısal olarak zaten insanların arasındaki ilişkilerde, üretimin mantığı içinde birinci koşul haline gelir. Herkesin birbirinin kuyusunu kazabileceği ortamın ilk kaybedeni “insani olandır”.