Sinemada sendrom sendromu

30 Mart 1970 tarihli Time dergisinde ‘Behavior: The Berlin Syndrome’ başlıklı bir yazı yayımlandı*. Yazıda verilen bilgilere göre, son yıllarda Berlin’de kayda geçen intihar olaylarında korkunç bir artış vardı: “2.200.000 nüfuslu kentte her gün ortalama 20 intihar girişimi gerçekleşiyor, bunların en az üçü başarılı oluyor. Geçen yıl 932 Batı Berlinli kendini asarak, uyku hapıyla, gazla ya da boğularak hayatına son verdi. Muhtemelen uygar dünyanın hiçbir yerinde karşılaşılmayacak 100.000 kişide 39,5‘luk intihar oranıyla kent tüm Batı Almanya’daki sayıyı ikiye katlıyor.”

Bu yazı sayesinde bilinir hale gelen ‘Berlin Sendromu’, Soğuk Savaş propagandistleri sayesinde hızla Doğu Almanya’ya yönelik karalama kampanyalarının temel motiflerinden birine dönüştü. Buna göre Berlin Sendromu’nun nedeni 1961’de kenti -ve ülkeyi, ve hatta kıtayı- ikiye bölen Berlin Duvarı’ydı; Batı Berlinliler ölümcül bir kıstırılmışlık duygusunun esiri olmuştu.

Çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca Berlin Duvarı’nın varlığına inanmayı reddetmiş -çünkü Avrupa’nın ortasında, hem de 20. yüzyılda böyle irrasyonel ve insanlık dışı bir şey gerçekleşmiş olamazdı!- biri olarak, böyle bir izolasyonun yıkıcı kitlesel etkiler doğurabileceği konusunda hiç şüphem yok; Berlin Duvarı gerçekten de ‘Utanç Duvarı’ydı. Ama Time’daki yazıda da belirtildiği gibi, Duvar bu ölümcül depresyonun sadece ‘nedenlerinden biri’ydi: “Nüfusun %21’den fazlası 65 yaşın üzerinde; bunların çoğunu da ömrünün sonuna yaklaşmış savaş dulları oluşturuyor. Dr. Klaus Thomas’a göre kentin coğrafi ve politik izolasyonu da bu psikolojik izolasyonu güçlendiriyormuş gibi görünüyor. ...Thomas Duvar’ın ikiye bölünmüş kenti sadece ‘intihar-öncesi sendrom’ların somut bir imajı olarak güçlendirdiğini söylüyor. Yani kısaca, sorunlu insanlar burada kolayca intihar eğilimli bireylere dönüşüyor.”

Time’ın Soğuk Savaş propaganda makinesi olmamaya özen göstererek sunduğu yazıda tanımlanan sendrom, aslında önemsedikleri şey hiç de Duvar olmayan anti-komünistlerin propaganda çalışmalarını coşturdu. Sonraki yıllarda Batı’da filmleştirilmiş Doğu Almanya hikâyeleri hep Duvar üzerineydi; Doğu Almanya’nın bürokratik Sovyet diktatörlüğünün uydusu haline gelmiş olmasını eleştirerek yeni modeller üretecek değillerdi ya! Çocuk bakımı ve eğitimi konusunda dünyanın en ileri ülkesi olan Doğu Almanya’da insanların nasıl yaşam olanaklarına sahip olduğu vs. de önemli değildi. Doğu Almanya sadece karanlık bir duvardı; Doğu Berlin’in en güzel yanı da Batı Berlin’e doğru kaçmaktı.

Bu ayın filmlerinden Berlin Syndrome da, yıkılmasının üzerinden 19 yıl geçmişken tuhaf bir ‘geri düşüş’le izleyiciyi Duvar psikolojisine götürüyor. Avustralyalı genç turist kızı Berlin’in ‘eski Doğu’ kısmında terk edilmiş bir binada hapsederek seks kölesine çeviren genç İngilizce öğretmeni Andi’nin öyküsünde Doğu Almanya’ya çok az açık gönderme var; Andi’nin Doğu Bloku ile ilgili şeylerden hiç hoşlanmaması, esir edeceği Clare’in ‘Doğu Alman rüyası’nı fotoğraflamaya çalışması gibi… Bu unsurlardan ve hikâyenin kuruluşundan ne anlamak gerektiği çok açık değil, ama filmin isminden başlayarak komünist döneme yönelik olumsuz bakış kendini hissettiriyor: Bir bela nedeni olarak ‘Özgür kız’ Clare’in ‘Doğu Alman rüyası’ndan geriye kalanları belgeleme arzusu; Berlin’in Doğu kısmında kalan binaların karanlık ve sapkınca işler için uygun mekânlar olması; Doğu Berlin’den ve civarından -Müslüman Türklerin hâkim olduğu etnik azınlık bölgesi Kreuzberg’den- hem kültürel hem de coğrafi olarak uzak durulmasının tehlikeden uzak durmak anlamına gelmesi; giderek Clare’in Batı Berlin’e, psikopat Andi’nin de Doğu Berlin/Duvar’a dönüşmesi...
Berlin Sendromu çoktan geride bırakılmış olması gereken, en iyi ilacı da galiba Elveda Lenin (2003) olan bir hastalık hali. Umarım kısa sürede kurtuluruz.

*Time dergisi, abonelerine eski sayılara dijital ortamda ulaşma olanağı sunuyor.