Meşhur hikayeyi bilirsiniz: Rüyasında uzak diyarlarda bir ağacın dibinde büyük bir hazine gömülü olduğunu gören adam o ağacı bulmak için yollara düşer. Yolculuğun sonunda ağacı bulduğunda hazine yerine “Ohooo, ben de yıllardır şöyle şöyle bir evin bahçesinde gömülü hazineyle ilgili rüyalar görüyorum ama hiç yolculuk etmeye niyetlenmedim” diye kendisiyle dalga geçen bir çobanla karşılaşır. Çobanın tarif ettiği ev aslında adamın evidir.
Bu kıssayı masal kitaplarında, bazı folklorik araştırma çalışmalarında, birçok farklı ‘kıssadan hisse’ derlemesinde, hatta Borges’in bir kitabında okudum; bu versiyonların hepsi aşağı yukarı aynı uzunluktaydı. Sonra Paulo Coelho’nun Simyacı’sında aynı öyküye tekrar rastladım; Coelho bu kısacık öyküyü alıp orasından çekmiş, burasından sündürmüş, içine başka hikayeler eklemiş, roman sanatı açısından aldığı onca övgüyü hak etmeyen postmodern kolaj Simyacı’yı böyle yazmıştı. Ortalamanın altında bir roman yazmak için güzel bir öykünün mahvedildiği böyle bir kitabın tam da NLP’nin, ‘the secret’ saçmalığının, tümüyle yanlış anlaşılmış ve daha da yanlış tanımlanmış ‘kuantum’un, kısacası new age patlamasının dünyasında doğması rastlantı değil tabii...

Öyküyle roman arasındaki fark, kısa filmle uzun metraj film arasındakine benzer: Öykü ‘romanın kısası’, uzun film de ‘kısa filmin uzunu’ değildir; aynı malzemeden üretilmelerine rağmen ifade tarzları ve anlatım olanakları tümüyle farklıdır.

Alın size bir başka meşhur hikaye: “Chuang Tzu düşünde bir kelebek olduğunu gördü. Uyandığında, düşünde kendini kelebek olarak gören bir insan mı, yoksa düşünde kendini insan olarak gören bir kelebek mi olduğunu bilmiyordu.”

Şimdi, ne yaparsanız yapın, nasıl sündürürseniz sündürün, Taoizm’in kurucularından Chuang Tzu’ya atfedilen bu keyifli aforizma-öyküyü mahvetmeden daha uzun hale getiremezsiniz. Bu öykü ‘bu öykü’dür; biçim ve içeriğin örtüşmesine dair muhteşem bir zen örneği... Tabii isterseniz uzun bir düş sahnesi -ağaç ve çiçeklerle dolu bir bahçede süzülen, bazen bir çiçeğe konup etrafı izleyen, ‘kendisinin bilincinde’ bir kelebek-; uzun bir uyanma sahnesi -pencereden vuran gün ışığıyla uyanma, gerinme, uzun uzun boşluğa bakma-; uzun bir gün -kahvaltı sonrası ağaç ve çiçeklerle dolu bahçede gezinti, dostlarla felsefi sohbetler sırasında bu rüya-kelebek paradoksunun konuşulması- gibi bolca uzunluk ekleyebilir, belki bir roman bile yazabilirsiniz. Ama ortaya çıkacak şeyin ne kadar kötü olacağını tahmin etmek zor değil.

Doğrudur, her şey bir fikirle başlar. Böyle temeli sağlam bir fikri alıp kullanabilir, onunla birçok şey söyleyebilirsiniz -Türkiye örneğinden gitmek istesek şöyle yapabilirdik mesela: “TV’nin karşısındaki genç düşünüyordu: Bu ileri demokrasiden beslenen bir darbe mi, yoksa darbeden beslenen ileri demokrat bir OHAL mi?” Çoğu fikir geliştirilerek başka bir şeye dönüştürülebilir, örneğin bir paragraflık bir öyküden bir film yapılabilir: Sağlam bir masa başı çalışmasıyla karakterlerin nasıl geliştirileceği, ne tür dramatik çatışmalar yaratılacağı belirlenirken oyuncu seçiminden final kurgusuna kadar tüm yapım-yönetim aşamalarında bu karakter ve çatışmaların nasıl bir yapısal tutarlılık ve anlatı estetiği çerçevesinde sunulacağı da tasarlanabilir, böylece güzel bir öyküden iyi bir film çıkabilir.

Ama tüm fikirler böyle geliştirilmeye olanak tanımaz. Chuang Tzu’nun küçücük görünümlü devasa aforizma-öyküsü de onlardan biridir. 2016’nın yaz filmlerinden Before I Wake/Kabustan Gelen’i bu yüzden ekşi bir suratla izledim.

(Dikkat! ‘Spoiler’) Belli ki Chuang Tzu’nun düşünün etkisinde kalan senarist yapmasa çok daha iyi olacak bir işe kalkışıp iki cümlelik öyküyü alabildiğine sündürerek sinema sektörünün ticari kaygıları üzerinden günümüz izleyicisine sunabileceği uzun metrajlı bir anlatıya dönüştürmeye çalışmış: Sekiz yaşında bir oğlan çocuğu olsun, bu çocuğun rüyasında gördüğü şeyler tam da rüya anında diğer insanların gerçeğine dönüşsün, ölümcül hastalığın neden olduğu değişimler koza süreciyle örtüşsün, böylece çocuk mu kelebek yoksa kelebek mi kadın olsun, vs. Daha ayağı yere basmayan karakterlere, olayların yaşandığı zaman ve mekandan tamamen kopuk olay örgüsüne gelemedik bile! Ama galiba gerek de yok; bazı filmler sadece yönetmenlerinin düşünde iyi film olabiliyor.