Türkiye’de sinema kabuk değiştiriyor mu? Ya da günümüzde sinemamıza damgasını vuran kuşak hangisi?

Türkiye’de sinema kabuk değiştiriyor mu? Ya da günümüzde sinemamıza damgasını vuran kuşak hangisi?

Özellikle 1940’larda ve 50’lerde doğan ve 1970’lerde film üretmeye başlayan kuşak düşünüldüğünde, bu sinemacılar çoktan beri sinemamızdan el etek çektiler, ürettikleri filmler hem ticari olarak hem de sanatsal olarak etkili olmaktan, gündem belirlemekten, genç kuşakları etkilemekten uzaktır.

1959 doğumlu Nuri Bilge Ceylan bunun tek istisnasıdır, ama zaten onu da kendisiyle birlikte 1960’larda doğanlarla aynı kuşağın parçası saymak gerekir. Günümüzde, sanatsal anlamda sinemayı bu insanlar temsil ediyor, özellikle 1990’larda üretime başlayan sinemacılar büyük oranda hala merkezde duruyor.

2000’li yıllarda yeni bir kuşak daha geldi sinemamıza, bunlar büyük oranda 1970’lerde doğmuşlar, ergenlik dönemlerinde darbe sürecini ve yıkıntıları yaşamışlar, 1990 dönemecinde hem Türkiye’nin yeniden siyasallaştığı hem de dünya çapında sola karşı saldırıların doruk noktasını birlikte deneyimlemişlerdi.

Şimdi bir başka kuşak daha film yapmaya başlıyor, bunlar özellikle 1980’lerde doğmuşlar, 2010 ve sonrasında üretim sürecinin içinde yer alıyorlar. 

Böylesine tarihsel verilerin yanında, ürettikleri filmlerin genel özellikleri nelerdir, bir kuşak olarak nitelenmelerini sağlayacak nitelikleri var mıdır?

1960 öncesi kuşak deyim yerindeyse aynı epistem içinde filmler ürettiler, bunlara ben toplu halde “büyük söz söyleme hastalığına tutulanlar” demek yanlısıyım. Ne demek bu? Daha senaryo aşamasında, yazarken, bir yandan bir olguyu toplum için önemli görüyorlar, öte yandan bunu betimlemek için çaba gösterirken, alında bu derin önemli toplumsal olguyu fark etmeyenlerin gözlerine batırırcasına altını çizerken, öte yandan filmin en kritik yerlerinde toplumsal soruna ilişkin “en muhteşem çözümün” sözlerini yerleştiriyorlar. Bu filmlerde hayatın kendisi büyük oranda eksiktir, sorgulamanın kendisinden daha çok söylenilen sözün büyüklüğü başat öneme sahiptir, dahası filmlerini seyrederken o kadar gerçeklik duygusu eksiktir ki her an sadece bir film seyrettiğinizi hatırlarsınız.

1990’larda üretime başlayan 60’lar tevellütlü kuşağın sineması ise ilk önce bu fenomeni yıkarak işe başladı, filmlerimizde yeterince görülmeyen etkileyici bir gerçeklik duygusunu bunlar kazandırdılar. Ardından seçtikleri konular büyük değişiklik gösterdi, bütün değerlerin ve anlamların kirlenmesine tanıklık ettiklerinden dolayı, önce yeni değerleri yeni kavramların eşiğinde sinemamızın merkezine oturttular. Ardından ise en önemli özellikleri olmalı, modernizmi bir yandan eleştirirken, modernliğin olguları ile sinemamızı buluşturmaları oldu. Çok anlamlı hikâyelerin, sıradan olanın “egemen olanı” sarsacak şekilde konu seçilerek anlatılması ise karakteristik özellikleri oldu. Deyim yerindeyse bu kuşağın sineması bende gizli olarak “Yeni Gerçekçiliği” hatırlatır. Ama bu ilişki tam anlamıyla paradoksaldır. İlk önce genel olarak Yeni Gerçekçiliği beğenmezler, onu kaba gerçekçi bulurlar. Ama bunu derken sanat tarihindeki çok özel bir yerini ya fark etmezler ya da bilmezler: “immediacy effect” diyorum ben buna. Bunu Türkçe anlatmak için üç sözcük kullanmamız gerekiyor bana göre: “doğrudanlık, aracısızlık, acillik” etkisi. İtalya’da toplumun geçmişten getirdiği bütün kavramların kirlendiği noktada Yeni Gerçekçilik sıfırdan başlayan bir yapıya sahipti, her şeye karşı çıkarken, bir saflığı arıyordu. Ki daha on yılı devirmeden bu saflık aranışı bilgiçliğe de evrilmişti, ama çıkış noktası daha önemliydi bence. Bu anlamda Yeni Türkiye Sineması “doğrudan, aracısız ve acil olan duyguların, düşüncelerin, estetiğin dilini” kurarak işe başlamıştır. Her yönetmenin şu ya da bu şekilde gençlik yıllarının geçtiği, hayatlarında derin izler bırakan mekânlara, o dönemin iç dünyasına, olaylarına, karakterlerine gitmiş olması da bunu doğrular, masa başından hayatın içine yuvarlanmış bir sinemadır.

Üçüncü kuşak, yani 1970’lerde doğan, 1990’larda üniversite okuyan ve 2000’lerde üretim yapan kuşak, yeni sinemayı kuran yönetmenlerin sinemasını beğenmekle birlikte, bu insanları pasiflik ve direnme duygusunun eksikliği ile niteledi, filmlerine direniş duygusu eklediler ve resmi tarihe karşı direnişle birlikte gayrı-resmi tarihin perdesini araladılar. Bu kuşağın hareketi yeterince film üretimiyle taçlanmadı henüz, büyük bölümü üretim yapabilecekleri koşulları yaratmaya çalışıyor, ama önümüzdeki yirmi yıl içinde bu kuşağın öne çıkacağını ben iddia ediyorum, başarılı olabilirler mi sorusunun yanıtını tarih verecek, ama gittikçe daha çok öne çıkacaklarını sanıyorum.

Son olarak ise 2010 sonrasında üretime başlayan, henüz kalıcı bir film üretemeyen, yeni yeni festivallerde boy gösteren, özellikle 1980’lerde doğan kuşak var. Bu kuşağın Adana ve Antalya’da filmlerini seyretmiş birisi olarak şunları söyleyebilirim: en büyük sorunları “Yarını bugünden kuracaksın, o senin tarihin olacak” sözlerini bana anlatıyor, kendilerine ait bir tarihleri yok, bu yüzden kendilerine ait öyküleri yok, hayata içinde yaşayan birisi olarak değil, tanık olduklarını çözümleyememiş insanlar olarak, şaşkın şaşkın böyle bir şey yaşadım diyerek, öyküyü kuramadan ve fragmanlar halinde anlatmaları. Bu anlamda bu kuşağın 80 darbesinin şizofrenik kuşağı olarak nitelenebilir, çünkü gördüklerine eskilerin deyimiyle “çarpamıyor”, yani bir araya getiremiyor ve bütünlük oluşturamıyor. Ya da aynı anlama gelmek üzere, kendi hikâyelerinin olmaması nedeniyle tuhaf hikâyeler anlatıyorlar, kendilerine göre distopik bir dünya resmetmeye çalışıyorlar. En büyük sorunları kalıcı olmak, sanıyorum sinema onların hayatında ilk büyük sarsıntıları yaşatacak, yeniden başlamaları ve kendilerini bulmaları ne kadar sürer bilmiyorum.