İstanbul Film Festivali’nde sona yaklaşırken, sinemamızın yeni ürünlerindeki senaryo ve reji zaaflarının yarattığı ciddi yetersizlik duygusunu ancak uluslararası yapımları izleyerek gidermeye çalışıyoruz.

Sinemamızda ‘ritim bozukluğu’

Festivaller bir sanat dalının nabzını ölçebileceğiniz en elverişli ortamlardır. Üçünü daha önce başka festivallerde izlediğimiz, dokuzu ise ilk kez karşımıza gelen Ulusal Yarışma filmleriyle 41. İstanbul Uluslararası Film Festivali, sinemamızın son zamanlardaki halet-i ruhiyesi ve sağlık durumuna ilişkin derli toplu bir değerlendirme şansı veriyor. Evet, henüz yarışma programının yarısındayız. Son günlerde izlenecek güzel filmler olduğunu da biliyorum -çünkü aralarında daha önce izlediklerim var- ama şimdiye dek izlediklerimiz bir fikir vermeye yetiyor. Film adı vermeden genel bir değerlendirme yaparsam, sinemamıza ‘ritm bozukluğu’ teşhisini koyabilirim. Elbette, senaristle yönetmenin ortak sorumluluğunda olan bir husus ‘ritm’ meselesi.

Oyuncular ne denli başarılı olursa olsun, arka planda yetkin bir yazar ve ne anlatacağını, nasıl anlatacağını bilen bir yönetmen yoksa sağlıklı bir film ortaya çıkmıyor. Seyircisiyle birlikte nefes alıp veremeyen, samimiyetten ve inandırıcılıktan uzak filmler, sinemamızın pandemi krizini henüz atlatamadığını gösteriyor. İzlediğimiz filmlerinin önemli bir bölümü yabancı yönetmenlerin imzasını taşıyan ve/ya da çeşitli ülkelerle gerçekleştirilen ortak yapımlardı. Bu durumun projelerini hayata geçirmek isteyen yapımcılar için önemli bir imkân olduğu bir gerçek ama sinemamıza katkı sağladığını söylemek biraz zor. Elbette, istisnaları da var bu durumun. Ukrayna’daki savaşın bireyler üzerinde yarattığı tahribatı, kardeşi kardeşe düşman eden iç savaş felaketini konu alan “Klondike”, yetersiz yönlerine karşın hedefine ulaşan, mesajını seyircisine aktarabilen bir yapıt.

YAZARIN DÜNYASI

Gelelim dünya sinemasına… Avrupa sinemalarının gözde temaları arasındadır, sanatçıların yaşam serüvenleri, umutları, düş kırıklıkları… İtalyan yönetmen Paolo Taviani’nin yönettiği ve 2018 yılında ölen kardeşi Vittorio’ya ithaf ettiği “Elveda Leonore”, Nobel ödüllü İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun ölümü ardından yaşanan olayları, Pirandello’nun “Çivi” öyküsü ile birlikte anlatmak gibi zorlu bir işe soyunmuş. Filmin bazı anlarında belge filmlerine de yer veren Taviani, filminde kardeşi ile birlikte yaptıkları çeşitli filmlerin temalarına değinmekten geri durmuyor. İki kardeşin başyapıtlarından biri olan “Kaos”un senaryosunun Pirandello’nun öykülerinden uyarlandığı düşünüldüğünde bu filmin Paolo Taviani için taşıdığı anlam çok daha iyi anlaşılacaktır.

Filmin başında, ölüm yatağındaki Pirandello’yu görürüz. Ölümünün ardından faşist diktatör Mussolini yazarın görkemli bir devlet töreni ile gömülmesini ister. Çünkü yazar faşist hükümete yakınlığı ile tanınmaktadır. Oysa Pirandello ölmeden önce dostlarından cenazesinin yakılmasını ve küllerinin doğduğu köye götürülerek, bir kayanın çatlağına dökülmesini istemiştir. İsteği yerine getirilir, cenaze yakılır ama külleri bir vazoya konularak Roma’da bir tapınakta saklanır. Bu vazonun köyüne götürülmesi için 15 yıl beklemek gerekecektir… Savaştan sonra bir görevli vazoyu alır ve uzun bir yolcuktan sonra yazarın Sicilya’daki köyüne ulaşır. Yolculuğa, İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasından bazı film sahneleri eşlik eder. Küller toprakla buluştuğunda, aniden renklenir film ve bir başka öykünün içinde buluruz kendimizi. Bir çocuğu çivi ile öldüren bir küçük çocuğun gizem dolu öyküsünde… Ne var ki, yönetmenin son derece etkili ilk bölümün ardından bu ikinci öyküyü neden filme monte ettiğini çözmek için kafa yorarken, ilk bölümün etkisi giderek azalır… Belki, bir ikinci izleme bu sorunu çözmemize yardımcı olabilir.

YÖNETMENİN YALNIZLIĞI

Genç yaşında yaşamını yitiren Alman sinemasının asi çocuğu Rainer Werner Fassbinder’in hayranı Fransız yönetmen François Ozon, Fassbinder’in “Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları” oyunu ve filminden yola çıkan -ve filmdeki cinsel kimlikleri ters yüz eden- “Peter von Kant” adlı bir film yapmış. Daha önce de yönetmenin bir oyunundan uyarladığı “Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları” filmini yapan Ozon’un bu yeni filmindeki Peter karakteri açıkça Fassbinder’i çağrıştırıyor. Yönetmen Peter’in genç bir oyuncu adayına tutkuyla bağlanmasını anlatan film, Fassbinder’in kişisel ve mesleki kariyerinden kesitler içeren, Oskar Roehler’in 2020 yapımı “Enfant Terrible” adlı filminin başarısına yaklaşamıyor.

Festivalin sunduğu sanatçı filmlerinden biri de sinemamızın 50’li yıllarının en önemli yıldızı Cahide Sonku’nun yapımcılığını ve başrolünü üstlendiği “Beklenen Şarkı” idi. Filmin yönetmen koltuğunda da, Orhan M. Arıburnu ve Sami Ayanoğlu ile birlikte oturuyordu güzel yıldız. Diğer başrolde ise ilk kez kamera karşısına çıkan Zeki Müren vardı. Festivalin, her yıl -Zurich Sigorta desteğinde- sinemamızdan bir klasik yapıtın restorasyonunu yaptırması övgüye değer. Festivalin keyifle izlenen filmlerinden biri oldu “Beklenen Şarkı”; gençlerin fazla ilgisini çekmese de.

Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünün Jüri başkanı Norveçli yönetmen Bent Hamer’i, 1995 yılında Cannes’da ‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’nde gösterilen “Yumurtalar” adlı komedisi ile tanımış, sevmiştik. “Mutfak Hikayeleri” filmi de yönetmenin ironiden beslenen anlatımı ile göz doldurmuştu. Festivalde gösterilen son filmi “Aracı” (The Middle Man) başarılı bir kara mizah örneği. Ekonomik sorunlar ve kazalar nedeniyle kıvranan küçük bir Amerikan kasabasında, kazalarda yaşamını yitirenlerin ailelerine haber vermeyi üstlenen bir görevlinin öyküsünü anlatan, tekrarlardan kurtulamamasına karşın, dram ile mizahı ustalıkla buluşturan biçemiyle yönetmenin filmografisine yakışan bir yapıt.

KARANLIKLAR İÇİNDE

Boşnak kökenli Fransız yönetmen Lucile Hadzihalilovic’in “Earwig”i (Kulağa kaçan) -her anlamda-karanlık bir film. Filmin görsel tasarımına diyecek yok, ama Kafka’esk bir dünyadan garip bir öykü içeren filmin ne anlattığını çözebilmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. En iyisi, kaynaklandığı -Brian Catling imzalı- romanı okumak galiba. Seyirciyi bu denli zorlayan filmler festival festival dolaşabilir ama seyirciyle bir iletişim kurmaları kolay olmuyor. Bu yıl Berlin’de jüri ödülü alan Bolivya asıllı Meksikalı yönetmen Natalia Lopez Gallardo’nun “Değerli Taşlar” adlı filmi de kapalılık açısından “Earwig”den geri kalmıyor. Bir kayıp vakasının çevresinde, sınıfsal ve psikolojik çözümlemelere girişen yapıt, ‘sanat filmi’ yapacağım kaygısıyla kendini kasan, seyirci ile iletişim kurma kaygısı taşımayan yönetmenlerin yalnızca bizde değil, dünya sinemasında da giderek çoğaldığının bir göstergesi. İnsan karşılaştırmak yapmaktan kendini alamıyor, bir zamanların ustalarının başyapıtları ile… Ne kadar alçak gönüllü, ne kadar anlaşılabilir filmlerdi onlar…

Meksikalı yönetmen Michel Franco, son filmi “Günbatımı”nda, zengin bir kadınla evli bir Amerikalının Acapulco sahilinde tanıştığı Meksikalı bir kıza aşık olarak, ailesinden, mülklerinden, kısacası her şeyden vazgeçmesini anlatıyor. Kahramanını yeterince tanıtamayan, sıradan bir ‘avantür’ olmaktan öteye gidemeyen bir film bu. Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’in “Nitram”ı gerçek bir olayı anlatan bir psikolojik dram. Sevgisiz bir aile ortamında büyümüş, bariz bir zekâ geriliğine sahip bir gencin dünyadan intikam almak maksadıyla gerçekleştirdiği katliamı hazırlayan koşulları düz bir anlatımla sergiliyor yönetmen, ama bir bakış açısı eksikliği var filmde. Gencin bakış açısından mı, yoksa dışardan bir bakışla mı izlememizi istiyor, pek belli değil. Avustralya’da sivil silahlanmanın korkunç rakamlara ulaştığını vurgulasa da, izleyiciler arasında kahramanla duygudaşlık kuranlar da olabilir duygusu yarattı bende.

Koreli ünlü yönetmen Hong Sang-soo’nun bu yıl Berlin’de Jüri Büyük Ödülünü kazanan “Romancının Filmi” yönetmenin ustalığını kanıtlayan yalın bir çalışma. İki kadın arasında gelişen dostluğu anlatan bu siyah-beyaz film, görsel anlatımı kadar, senaryosundaki incelikler, psikolojik ayrıntılarla aldığı ödülü hak ediyor. Aynı şeyi Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan genç Katalan yönetmen Carla Simon’un filmi “Alcarras” için de söylemek isterim. Kapitalizmin yaşamasına izin vermediği geleneksel tarımla geçinen bir ailenin dramını amatör oyuncuların mükemmel yorumlarıyla yansıtan çok başarılı bir film. Önceki filmi “93 Yazı”nda olduğu gibi burada da çocukların dünyası filmin omurgasını oluşturuyor. Kapitalizm eleştirisi içeren başarılı bir İspanyol filmi daha vardı festivalde: “İyi Patron”. Fernando Leon De Aranoa’nın yönettiği film, usta işi senaryosu ve başroldeki Javier Bardem’in yorumuyla festivalin en iyileri arasında yer alıyor. Güldürerek düşündüren bu filmden genç yönetmenlerimizin alması gereken dersler olduğunu düşünüyorum.