Türkiye’de sinemamızın siyasal iktisadını inceleyen henüz bir eser yayınlanmadı. Hele tarihini siyasal iktisat açısından inceleyen eser hiç yok. Bunun dışında “sinemamızı bir uygarlığın görünümü ve özbilinci” olarak ele alan eser de hiç yok. Aslında biz de kendimizi bir uygarlık olarak gören yaklaşımla genel olarak alay ediyoruz, “uygarlık nire, biz kimiz” yaklaşımı hâkim.
 
Özbilinci bu kadar yaralı kaç millet vardır bilmiyorum, ama kendi suretimiz genelde alay etmek için söze dökülüyor, bundan eminim: Olgu böyle, ister kabul edin isterseniz etmeyin. Yaralıyız, bilincimiz de yaralı, travmatikiz ve kendimizle kavgalıyız. Sanatımız da kendimizi anlamak için değil, yaralarımızı göstermek için yapılıyor sanki, büyük oranda teşhircidir. Kamusal alanda sanatçı olarak bize sunulanların büyük bölümü ise iktidar beslemesi, bu kategorinin dışına çıkanlar ise genel olarak halka erişmekte başarısız.
 
“16. yüzyılın sonunda Türkiye’ye gelen bir Alman seyyah, Ayasofya’da Sultan II. Selim’in türbesinde onun yanı başında yatan ve kimisi bebekken katledilen şehzadelerin tabutlarına bakıp, ‘Dünyada nasıl bir güneş varsa, Türklerin de bir hükümdarı ve efendisi vardır’ der.” İlber Ortaylı’dan aktarıyorum bu satırları, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı kitabından (s. 42). Aynı şekilde, bugün de değişen bir şey yok, imparatoru kaldırın, onun yerine siyasi iktidarı koyun, bir de padişah bozuntularının çağdaş versiyonlarını, durum değişmemiş. Biz de halk siyasete, kültüre, hayatın kuruluşuna ve hatta kendine demokrasicilik oyunu gereği sorulan seçim sorularına bile ilgi göstermez.
 
Sinemamıza gelince karşımızdaki oyun, sanki sinemamız kendi halkımıza seslenen bir sanat değil, arzın merkezindeki büyük başarılarla halkımıza hava atma yarışı gibi sahneleniyor. Türkiye’de merkezde koskocaman bir iktidar var, o iktidarın gölgesi Türkiye’deki her meydanda görülüyor, her binaya sirayet etmiş, iktidarın gölgesi her hanede başrolde.
 
Türkiye’nin Avrupa uygarlığının bir parçası olmadığı çok nettir, onlar Hıristiyan biz Müslüman olduğumuz için değil ama, bu yalanı çok duyuyoruz, ama bu değil sorun:
 
Bütün Avrupa içinde milletiyle kavgalı olan tek bir devlet var…
 
Aynı şekilde bütün Avrupa’da aydınını düşmanı olarak gören tek bir ulus var…
 
Bütün Avrupa içinde “iktidarın yapay üretimi” medyatik şarlatan pazarı tek bir ülkede var…
 
Milyonlar sokağa dökülmüşken penguen belgeseli gösteren haber kanalı da bir tek bizde…
 
Sonuç olarak Avrupa’nın filmlerinin sinemadan elde ettiği gelirin %34’ünü diğer Avrupa ülkelerinden edinirken, bizde bu oran yalnızca %7, bunun büyük kısmını ise Avrupa’da göçmen işçi kardeşlerimiz sağlıyor. İddia ediyorum ki Avrupa’dan ödül alan Türkiye yapımı filmlerimizin Avrupa pazarından sağladığı gelir, bütün Avrupa ortalamasının en dibindedir.
 
Bütün Avrupa içinde “devletin malı deniz, yemeyen domuz” anlayışının hâkim olduğu, kamu kaynaklarını ülkenin menfaati için değil, yandaşlara çiftlik olarak açan tek ülke biziz.
 
Bütün Avrupa içinde kamu parasını harcarken şaşaaya önem veren, işin önemini hiçe sayan ve en abes şeylere harcayan tek ülke biziz.
Sonuç olarak Türkiye’de yapılan filmlerin %90’ı yerli yapım, %8’inde büyük ortak biziz, yabancıların merkezde durduğu filmlerimizin oranı ise %1 ya da %2.
 
Bütün Avrupa’da nüfusa oranla, kamusal desteğin filmlere aktarılmasında ise dipteyiz, aynı şekilde bütün Avrupa’da toplam nüfusa oranla kişi başına satılan yıllık bilet sayımızda da Avrupa genelinde dipteyiz (Türkiye ortalaması yılda kişi başına satılan bilet sayısı 0,7, Avrupa ortalaması 1,8). Ulusal gelire oranla bilet ücreti pahalılığında ise yine Avrupa’da birinciyiz. Varın gerisini siz düşünün.