20’nci yüzyılın ve 21’inci yüzyılın en etkili sanat dallarından biri, aynı zamanda eğlence endüstrisinin bir parçası olan sinemanın gizemlerini sorgulayan kitaplara ayırmak istiyorum bu haftaki yazımı.

Sinemamızın tarihine yolculuk
Fotoğraf: Arşiv

Sinemamızın sonbahar festivalleri sürüyor. Dün akşam başlayan 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden yazıyorum bu satırları. Sinema dünyasının çeşitli katmanlarını bir arada görmek olası festivallerde. Yapımcılar, yönetmenler, oyuncular, sinema yazarları, festival yöneticileri, magazin yazarları vb. Dolayısıyla, otellerde, kafelerde gelişen sohbetler, kuramsal ya da siyasal içerikli tartışmalardan sektörün sorunlarına, hatta set dedikodularına uzanır. Kimi zaman dargınlıklara yol açabilen tartışmaların yanı sıra, kırgınlıkların giderildiği barışma sahnelerine de rastlayabilirsiniz. Bugün, bu yelpazenin çeşitliliğini yansıtan yeni yayınlardan söz etmek niyetim. Festivallerin ve yerel yönetimlerin yayımladığı kitapların yanı sıra, sinemamızın tarihini yorumlayan Savaş Arslan’ın “Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Sinemanın Tarihi”, Atilla Dorsay’ın “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar” kitaplarını tanıtmaya çalışacağım.

Antalya Festivali’ne henüz geldiğim için, festivalin yayımladığı bir kitap var mı bilmiyorum, ama Adana Altın Koza Festivali, Onur Ödülü verdiği sanatçıların kariyerlerine bir saygı sunuşu niteliğindeki yayınlarını bu yıl da sürdürdü. “Menekşeli Kız: Hale Soygazi” ve “Daima Genç Usta: Müjdat Gezen” kitapları sinema yazarı, romancı Rıza Kıraç’ın imzasını taşıyor.

Yeşilçam’ın kültürlü, güzel kızı Hale’nin Avrupa Sinema Güzeli seçilmesini, oynadığı ‘avantür’ ve ‘salon filmleri’nden sonra Selim İleri’nin yazıp, Zeki Ökten’in yönettiği “Bir Demet Menekşe” ile sinema dünyasının dikkatini üzerine çekmesini, “Vurun Kahpeye”den “Maden”, “Bir Yudum Sevgi”, “Bir Avuç Cennet”, “Kadının Adı Yok”, “Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal”, “Usta Beni Öldürsene”, “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”, “Cahide”ye uzanan meslek yaşamını özetlemiş Kıraç. Müjdat Gezen’in tiyatro ve sinema serüvenini özetleyen Kıraç, kitabında Müjdat’ın şu sözlerine de yer vermiş: “Mizah senle uğraşmaz kardeşim. Sen mizahla iyi geçinmeye bak kardeşim. Mizah zekânın kılıcıdır. Mizah adamın gözüne girmek için değil, gözünü oymak için de değil, ama gözünü açmak için vardır.”

İSTANBUL’UN SANAT KİTAPLARI

Yerel yönetimler içinde, belki kaynaklarının gücü, belki de doğru insanlarla çalışma becerisi nedeniyle, yayımladığı sanat kitaplarıyla öne çıkan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve Yayınlar Koordinatörü Cengiz Özkarabekir’i kutlamak isterim. İBB’nin sinema yayınları içinde iki yeni kitap çıktı: “Ertem Eğilmez” ve “Fatma Girik”. Sanatçıların özel hayatlarına ve meslek yaşamlarına eğilen, çok sayıda yazarın katkıda bulunduğu çalışmalar… İBB’nin daha önce yayımladığı sinema kitaplarına da değinmek isterim. “Türk Sineması’nda İstanbul” kitabında, Agah Özgüç, Tunca Arslan, Müjde Işıl, Barış Saydam, Aylin Sayın Gönenç, Kaya Özkaracalar, Pınar Tınaz, Rıza Oylum, Olkan Özyurt, Burak Göral, Murat Erşahin, Uğur Vardan’ın yazıları yer alıyor. “Dünya Sinemasında İstanbul” kitabında ise çeşitli yazarların kaleminden yabancı yönetmenlerin İstanbul’a bakışı değerlendiriliyor.

Bu kitapta Hasan Aslan Akpınar’ın “Batı sinemasında İstanbul’un sunum biçimleri, kültürel ve politik bakış açısının yarattığı çarpık algı ve bu algının düzeltilmesi için öneriler” başlıklı giriş yazısındaki bakış açısına katılmadığımı belirtmek isterim. Akpınar’ın “İstanbul’un bir casus veya suçlu yatağı olarak değil, misafirperverliği, tarihi, güzel insanları, mutfağı, sanatı, modası ve yaşayan doğal güzellikleriyle birlikte tanıtılması sağlanmalıdır” sözlerini çok garipsedim. Üstelik emir kipi içeren (sağlanmalıdır!) bu görüş, devletimizin yıllardır savunduğu, bu nedenle “İnce Memet” gibi filmlerin ülkemizde çekilmesini engellediği görüşün tıpa tıp aynısı. Ismarlama filmlerle bir yere varılamayacağını bugüne dek öğrenmiş olmalıydık… Önce ülkeyi düzelteceksiniz, sonra yapımcılara olanaklar sağlayacaksınız, o zaman ‘ülkemizi iyi tanıtan’ ısmarlama filmlere gerek kalmaz zaten… Neyse, bunu bir yol kazası sayalım ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin öteki sanat dallarına ilişkin kitaplarından ikisini, Şakir Eroğlu’nun “Türk Tiyatrosunda İstanbul” ve Serhan Bali’nin “İstanbul’un Çoksesli Batı Müziği Tarihi” kitaplarını okurların dikkatine sunalım.

SİNEMAMIZIN TARİHİ

Yeşilçam’ı “bir 20’nci yüzyıl mecnunu” olarak gören, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü ve Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Savaş Arslan’ın “Türkiye’de Sinemanın Tarihi” adlı yeni kitabı olumlu ve olumsuz yönleriyle öne çıkıyor. Olumlu yönü, sinemayı, siyaset, ekonomi, değerler gibi toplumsal yapının temel taşları bağlamında ele alması, ülkemizdeki toplumsal değişimlerin sinema sanatı ve endüstrisi üzerindeki etkilerini tartışmaya açması, geçmişteki kültürel ögelerin sinemamıza yansımasını incelemesi. Olumsuz yönü ise, akademisyen arkadaşlarımızın çoğunluğunun mustarip olduğu ‘kuş dili’ ile konuşma hastalığı. Akademisyenler (elbette istisnaları var), yapıtlarında ne kadar çok şey bildiklerini göstermeye çalıştıklarında, etki güçleri azalıyor ne yazık ki. Referanslarla dolu kitaplar, alıntılardan oluşan bir kompozisyona dönüşüyor çoğu kez. Bilimsel bir tezde bu referanslar gereklidir hiç kuşkusuz ama herkesin yararlanabileceği bir kitapta bu noktaya dikkat edilmeli diye düşünüyorum. Namid Nafizy’den ödünç aldığı ‘aksanlı sinema’ kavramını yeterince anlatabilmiş mi, kuşkuluyum. ABD’de bir üniversiteye verilen tez çalışması doğal olarak İngilizce yazılmış. Bir diğer akademisyen, Rifat Özçöllü de dilimize aktarmış. Bu aktarımda kullanılan bazı sözcükler de zorluyor okuru. ‘Özdüşünümsel’ anlatı yapısı ne demek? ‘Self-reflexive’e çok daha anlaşılır bir karşılık bulunabilirdi gibime geliyor.

Savaş Arslan sinema tarihimizi diğer tarihçilerimizden farklı dönemlere ayırıyor: Yeşilçam öncesi / Yeşilçam (Yüksek Yeşilçam kısmına katılmıyorum) / Geç Yeşilçam / Yeşilçam Sonrası ve Türkiye’nin Yeni Sineması. Ana hatlarıyla katıldığım bir değerlendirme. Sanat sineması örnekleri ile yetinmeyip, popüler sinemamız üzerinde yoğunlaşması; devlet sansürünün yanı sıra sinemacıların ‘kendi kendilerine koydukları sansür’e değinmesi önemli. Yeni Türk Sineması yerine ‘Türkiye’nin Yeni Sineması’ kavramını koyması gerçekçi bir yaklaşım. Cumhuriyet dönemi elitlerinin sinema sanatına önem vermediği değerlendirmesine, dönem geçişlerinde darbelerin önemini vurgulamasına da diyecek yok. Gelgelelim 60 ihtilaline ilişkin değerlendirmesinin tek yanlı (neredeyse AKP çizgisinde) bir bakış olduğunu düşünüyorum. “Türkiye’de hayat 1960 darbesiyle kesintiye uğramasaydı, Yeşilçam’ın II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayıp ülkenin çok partili demokrasisiyle uyum içinde adım adım geliştiğini düşünebilirdik. Ancak hem Demokrat Parti liderlerinin idamıyla sonuçlanan sert darbe hem de ertesi yıl askeri rejimin hazırlattığı anayasa (yazar büyük harfle yazmamış, olduğu gibi bıraktım), Yeşilçam ve Türkiye’nin önündeki olanakları kökten değiştirmiştir” sözlerine inanabilirdim, o yılları yaşamış olmasam. Aynı şekilde, Batılı ve Batılı olmayan filmleri ‘Türkleştirme’ye tabi tutan Yeşilçam’ı bir ‘Türkleştirme mevzisi’ olarak görmek de biraz abartılı bir yorum gibi duruyor. Yeşilçam’ın yabancı filmlerden yaptığı -hadi apartma demeyelim- uyarlamalara ‘Türkleştirme’ kılıfı giydirmek akademik bir hoşluk olabilir ama çoğunlukla gerçeği yansıtmaz. Çünkü, bu uyarlamaların çoğunda ideolojik bir motivasyon yoktur, ticari motivasyon vardır. Köşemin sınırlarına geldiğimi görüyorum. Sevgili dostum Atilla Dorsay’ın sinemamızın tarihindeki bazı tartışmalara ilişkin ilginç ayrıntılar içeren yeni kitabını başka bir yazıya bırakmaktan başka çare kalmadı. Leman Dorsay’ın “Bu da Benim Hayatım” kitabından da söz etmek istiyorum. Tabi, önümüzdeki hafta Antalya’da izlediğimiz filmleri yazmam gerekecek. Sonraki haftaya… Keşke o tarihe kadar bu kitapları okuyabilseniz.