Yıllar önce, yani 80’lerde Onat Kutlar Sinematek üzerine bir söyleşide, şunu söylemişti: “Bizler aslında erken öten horozlardık.” Şimdi soru şudur, horoz neden öttü ve ilk olmanın verdiği beceriksizlikle neler söylemeye çalıştılar?
Durumun anlaşılmayacak hiçbir yanı yok aslında, güpegündüz ortada: Sinematek Türkiye’de sinema sektöründe,
1.Kirli ilişkilerin olduğunu,
2.Yönetmenlerin aydın sorumluluğuyla hareket etmediklerini,
3.Sektörün Türkiye’deki kapitalist ilişkileri yeniden ürettiğini,
4.Halkın etkili bir araçla edinebileceği kendi gerçekliğinin bilincine varma olanağından mahrum olduğu,
5.Yeşilçam’ın siyasi iktidarın yalanlarını ve resmi ideolojiyi şu ya da bu dolayımla yeniden ürettiğini,
6.Halkın gerçek sanat eserlerine ulaşmasını engellediği gibi, yine sektörün bir parçası olan ithalatçı firmaların emperyalistlerin filmleriyle kültürel kirlenmeye katkıda bulunduğu,
7.Türkiye’de eğitim sürecinde yok sayılan sinemanın aynı zamanda kültürel bir yoksulluğu pekiştiren yan sektörüyle de tam bir bilinç körelmesi yaşadığını,
8.Sektörün bütün bunları bilmesine rağmen, bilmeze yattığını,
9.Sanatımızda ve siyasetimizde yepyeni odakların ortaya çıkmasına karşın, sinemamızın eski tas eski hamam diyerek kendi yozluğunu devam ettirdiğini,
10.Aydın olarak halk adına sorumluluk alarak, gerçek sanattan yana tavır koymak için, Türkiye’deki sinemaya karşı çıkmak gerektiğini.
Peki, sektör Sinematek’e ne yanıt verdi? Yanıt çok basit aslında: koskocaman bir hiç! Yani sektördeki hiçbir önemli firma onlara yanıt vermedi, dahası onları muhatap da almadı, bu kadar basit.
Sinematek ne bir arşiv kurmaya yöneldi, ne de sektör için dikkate alınacak bir gösterim odağı olabildi.
Dergi çıkardı Sinematek, ancak cürmü kadar yer yaktı, örneğin bir Artist dergisinin yanında sözü bile edilmezdi, gişeleri etkilemesi düşünülemezdi, sanatçılar üzerinde etkili olması da mümkün değildi, bir salonları vardı orada gösterim yapıyor, seyircilerle tartışma yapıyor, kendi havasında yazılar yayınlıyor, Sinematek’i sektör niye ciddiye alsın ki?
Bir de bunun öteki kanadı vardı, yani Yeşilçam’da kendilerine solcu diyen yönetmenler, onlar ne dedi peki?
Asıl dramatik yan da buradadır, asıl yıkıntı ve yürek yarası burasıdır.
Sinematekçiler yola çıkarken, sektörden hiçbir yönetmene eyvallah demediler, ne Akad, ne Erksan, ne Yılmaz, ne de Refiğ. Hiçbirini.
İkinci olarak bizdeki Sinematek gerçek anlamda bir arşiv kurumu da değildi, yani filmleri koruyan, saklayan ve kendi arşivinden gösterim yapan bir kurum değildi.
Üçüncü olarak ise Sinematek’in dergisi tam anlamıyla bir bilmez bilirkişilerin yığınağı gibiydi, araştırmalar çok azdı, onlar da çok basit derleme düzeyindeydi, Sinematek içindeki tartışmalar ise çok ciddi bir etkiye sahip değildi.
Sinematek’i en ciddiye alanlar, kimi yönetmenler oldu, onlar da hasım olarak aldılar, onlar da olduklarından daha fazla önem atfettiler Sinematek’e. Onları düşmanları bildiler, hatta öyle bir paranoya geliştirdiler ki ekmeklerine mani olmak isteyen bir kesim hüviyetine büründürmek istediler. Dahası en büyük emelleri bütün sektörü bu hisse sokmak haline geldi, bir galeyan havasına büründürmek için çırpındılar. Nasıl siyasetimizde halkımız geri çekilmiş, sınırlı sayıda örgüt ve militan dar alanda birbirini boğazlıyorsa, tartışmalar da böyle oldu, halk ve sektör geri çekilmiş, umurlarında değil, Sinematekçiler ile (sayılı) yönetmenler birbirini boğazlıyorlar.
Sinematek’in sektörü dışlamaya çalışan tavrı çok açık.
Ama (sayılı) yönetmenlerin çamura yattıkları ise tartışmasız doğru.
Sonuç ne mi oldu?
Sinematek kendi varlık gerekçesinden uzaklaştı, yönetmenler ise ilk önce sektörden dışlandılar, sonuçta onlar da sektöre girmek için resmi tarihin savunucularına dönüştüler.
Yani ikisi de birbirini istemeyecekleri konuma sürükledi.
Sinematek bunları söylediğimizde işlevsiz mi oluyor?
Ne alakası var?
Aksine Sinematek’in ne kadar önemli olduğu ancak yıllar sonra anlaşıldı, çünkü sinema tarihimizde büyük etkileri oldu.
Nedir bu etki?
İlk önce iki örnek vermek istiyorum.
Biri Bülent Oran, diğeri Yılmaz Güney: Oran Yeşilçam’ın en gözde senaristiydi, öyle bilinir, düzenli film seyrederdi Sinematek’te, oysa o yıllarda Sinematek’i sektördekiler toplu boykot etmeye yönlendiriliyor ve elbette boykota katılmayanlara baskı yapılıyordu. Ama Oran seyrettiklerini eserlerinde hemen hiç kullanmadı, ona göre Anadolu ondan “kara lastik istiyordu, ama kendisini eleştirenler ondan iskarpin filmi istiyordu.”
Yılmaz Güney de film seyrediyordu Sinematek’te ve bildiğimiz kadarıyla Bisiklet Hırsızları’nı da seyretmişti, Güney bu filmleri bu tartışmaları takip ediyordu, başta Refiğ yönetmenler tayfası bu boykot kırıcıya çok sinirleniyorlardı, on yıllar sonra bile öfkeleri geçmemişti.
Yılmaz Güney Umut filmini yaparken, kafasında bir model olarak değil ama başka bir sinemanın biçimi hakkında bir çıkış noktası olarak Bisiklet Hırsızları vardı, sektörün örneklerinden tümüyle farklı bir biçim.
Güney kendi babasının hikâyesinden yola çıktı, senaryoyu bile yazmadan, ama Atıf Yılmaz ve o zamanki eşi Ayşe Şasa ile kafasındaki hikâyeyi tartıştı, buna Muş’ta Tuncel Kurtiz’le askerlik sırasındaki tartışmaların besleyiciliği de katıldı, sezgileri en büyük mayalayıcı oldu ve Umut çekildi.
Ardından Sinematek’te filmin gösterimi yapıldı, derken film Cannes’a davet edildi, Sinematek bir gündem yaratmada çok etkili oldu, Yılmaz Güney’in o çok bilinen yalnızlığını ve büyük fırtınalara göğüs gerebilecek cesaretini eklediğimizde, ilk toplumsal olay ortaya çıktı.
Bunun ardından başka yönetmenler başka filmlerle geldiler, sinemamızda alternatif kanal böylece kuruldu, ilk önce cılız ama sonrasında gittikçe güçlenerek.
Peki, başta Refiğ ve Erksan, yönetmenler kanadında ne oldu? Onların eserlerini MSP çizgisindeki Hareket yayınları bastı, Milli Türk Talebe Birliği’nin paneline katıldılar ve haykırdılar: Türkiye’de (Osmanlı’da da tabi ki) sınıflar teşekkül etmemiştir”, hatta Erksan kürsüden haykırıyordu: “Şeyh Bedrettin, diyorlar, sanki büyük biriymiş gibi, kim bu adam, ne yapmış? Benim devletime kılıç çekmiş!”
Bunlar 1971 darbesinden sonra oluyor.
Bu süreç neyle mi taçlandı?
MTTB üyesi iki isim birkaç yıl sonra Güneş Ne Zaman Doğacak? diye bir film yaptı, sinema bombalandı ve ardından Maraş Katliamının startı verildi.
Türkiye biraz böyledir, hiçbir tartışma esenlikle, sağduyuyla ve akıl/izan/fikir cephesinde yapılmaz, dikkat etmeyen bir anda savrulur.
Umut Sinematek’e göre savundukları sinemanın büyük başarısıydı, Refiğ ve Erksan’a göre ise “Hıristiyan toplumun estetiğiyle ülkemizi anlatıyordu, kısaca Müslüman mahallesinde salyangoz satıyordu”.
Ne tartışma ama, dengede duramamak buna denir.