“Sinema anlayışı sisteme aykırı geliyordu: ‘Sanatın, özellikle sinema sanatının kitlelerin sosyal kurtuluşunda, sosyal - siyasal uyanışında büyük rol oynayacağına inanıyorum’ der, Yılmaz Güney”.

Sinemayla kitleleri uyandırmak istiyordu

Bugün 9 Eylül, yani Türkiye sinemasının büyük ustası Yılmaz Güney’in ölüm yıl dönümü. Güney, 1984 yılında Paris’te hayata gözlerini yummuştu. Ölümünden tam 32 yıl sonra Güney’i, kızı Elif Güney Pütün ile konuştuk…

>>Yıllar geçiyor ve artık bazı mirasların yeniden ele alınması lazım. Sözünü ettiğim miras Yılmaz Güney’in estetik ve siyasal mirası, ama bunu kısmi olarak varsayıyorum: Bugün Türkiye’de Yılmaz Güney’in asıl mirası sanatçı/ iktidar ilişkileri arasında ortaya çıkıyor. Bir mirasın güncelliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Yılmaz Güney’in iktidarla olan ilişkisi 1957 yılında, henüz “Yılmaz Güney” olmadan belirlenmiştir. Yılmaz Pütün, 1955 yılında bir öykü yazar; üç bilinmeyenli eşitsizlik sistemleri. Bu öykü On üç isimli fikir ve sanat dergisinde yayımlanır. 1957 yılında “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle, 7 sene altı ay ağır hapis ve iki sene altı ay sürgün cezası ile yargılanır. Dava uzun sürer, temyiz sonucu 1961 yılında on sekiz ay hapis ve altı ay sürgün cezasına çarptırılır.O zaman içinde Pütün soyadını davayla çağrışım yapmaması için değiştirir ve Güney soyadını alır. Bir şekilde “Güney” iktidarın ve sansürün hamlesiyle ortaya çıkmıştır: taşıdığı niyet, “insanca yaşama niyet ve özlemi” mahkûm olmasına yetmiştir. Ve o tarihte bir “saf” belirlenmiştir. Güney, daha fazla azim, şevk ve kararlılıkla sarılacaktır hayata ve kavgasına. 1961/63 yıllarında almış olduğu “karar ve gelecek stratejisi” Güney olarak halkın kalbinde taht kurmasını sağlar. Taht kurmak… Halk’a ait olmak… Mücadelenin vazgeçilmez unsuru.

Hayatı boyunca sansürden ve iktidarın baskısından kurtulamaz Yılmaz Güney.

Hudutların Kanunu’nda (1966) film setine kontrol gelir; aykırı film çekiliyor gerekçesiyle.

“1970 Eylül’ünde gösterim izni almak üzere sansüre gönderilen UMUT filmine komisyon halka gösterilmesinin ve yurt dışına çıkarılmasının sakıncalı olduğu kararını vermiştir.”

Hep sansüre uğradı

>>Her ne kadar hukuki bir dönem sonucu UMUT’un gösterime girmesi başarılmış olsa da, ilk başta film tehlikeli bulunmuştur. Neydi bu kadar tehlikeli olan?

Daha sonraki süreçlerde de Yılmaz Güney’ in tüm filmleri bir sansür bariyerine maruz kalacaktı. Gerçek şuydu ki: Yılmaz Güney sinemasındaki sanat anlayışı çok farklıydı ve bu anlayış sisteme aykırı geliyordu: “Sanatın, özellikle sinema sanatının kitlelerin sosyal kurtuluşunda, sosyal-siyasal uyanışında büyük rol oynayacağına inanıyorum” der Yılmaz Güney.

Aynı zamanda halkıyla sürekli alış-veriş içinde bulunan, karşılıklı etkileşim içinde bulunan bir sanatçıdır. Yılmaz Güney sineması bir başkaldırma sinemasıdır. Bunun en güçlü örneği YOL filmidir. Savunduğu ilkelerden vazgeçmeyerek ortaya konmuş bir eserdir. Bedelini vatandaşlıktan çıkartılarak ödemiştir. Ve ne yazık ki bazı “kirli” amaçlara kurban gitmiştir.

Eğer Yılmaz Güney yaşasaydı hiç ama hiçbir şekilde filmindeki bir coğrafyayı belirleyen tabelanın yok olmasına müsaade etmezdi. Belki Türkiye halkı YOL filmini göremeyecekti, lakin başkaldırma, meydan okuma bazı bedelleri gerektirir.

Popülizme karşıydı

Yılmaz Güney sineması ‘popülizm’i reddeder. Sinemayı bir propaganda aracı ve bir slogan olarak kullanmayı benimsemez. Sinemanın sarsıcı, körelen uyutulan bilinçleri silkelemek amaçlı olduğuna inanır. Yol gösterici, ders verici değil, düşündürücü olması önemlidir. İnsanın iç dünyasında sarsıntı yaratması önemlidir.

Uzun zamandır halkla “ilişki kurabilen” filmler ne yazık ki eğlendirici sıfatını taşıyor. Eğlendirici ve yabancılaştırıcı…

Bir hayal âlemine yolculuk tarzı. Yeter ki kendimizden sorunlarımızdan uzaklaşalım…

Bir de Avrupa’da yaygınlaşan “art et essai” (deneme olarak sanat eseri) “cinema d’auteur” (auteur yönetmenin sineması) anlayışıyla halk ile ilişkisini zorlaştıran bir sinema ile karşı karşıyayız. Göz kamaştırıcı bir estetik kaygı, gitgide “elitleşmeye” özenen ve halk ile sanatçı arasında tarifsiz açılan uçurumlar…

Avrupalı tarafından baş tacı edilen, lakin kendi halkına ulaşamayan bir sinema anlayışı…

Bugün hâlâ “halkı bilinçlendiren”, gerçekçi sinema söz konusu olunca aklımıza ilk gelen

Yılmaz Güney oluyor. Yılmaz Güney sineması kutuplaşma yaratmaz. Bugün hem Türkiye halkı, hem de tüm dünya sinema izleyicileri hem fikirdir: Yılmaz Güney sineması ruhlarına dokunmuştur, “kaybedilmiş duygulara sahip çıkmıştır”. Günümüz sinemasında ne yazık ki bu durum enderdir, hitap kitlesi kısıtlıdır.

Günümüzdeki hayatın hızı, sürekli değişen bir gündem, insanların yaşam tedirginliği, günlük yaşam korkuları ve endişeleri, en içten duyguları bile, (örneğin, kızmak, sevmek, yaşananları analiz etmek, fedakârlık, dayanışma…) yaşamalarını, hissetmelerini engelliyor.

Aynı zamanda genç kuşak yaşadığı sosyo-kültürel-politik koşullar içinde yaratıcılığından mahrum bırakılıyor.

>>1-Yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyor: Türkiye’de basın Yılmaz Güney’i bir fenomen olarak ele alıyorlar. Bu fenomenin özel hayatı deşiliyor, silaha merakından Kürt kimliğine kadar öğeler açısından sahipleniliyor ya da reddediliyor. Ama estetik mirası ve toplumu sinemasal olarak perdeye nasıl yansıttığı hiç ana gündeme getirilmiyor. Geçen gün bir kez daha Ağıt Filmine baktım: orada bir eşkıyayı canlandırıyor, kendisine kentten gelen “doktora” on yıldır dağlarda perişan olduklarını, herkesin genel af beklediğini anlatan isyankâr bir konuşma yapıyor. Bildiğimiz gibi bu film 12 Mart 1971’de Yılmaz Güney sürgündeyken yapıldı. Bugün aradan 40 yıldan fazla bir zaman geçti ve Türkiye’de gerçekten milyonlarca insanın normal hayata dönmesi için “GENEL AF” çıkarılmalı. Bir toplumsal durumun böylesine canlı kalması karşısında, öyle “büyük sanatsal eserler” seyrediyoruz ki: ara ki bu toplumun can damarını bulasın, tuzu kuru, etliye sütlüye bulaşmayan kahramanlar. Yılmaz Güney de bir kahramandı, Türkiye’de gerçekten toplumun kahramanları değişti, neler diyebilirsiniz KAHRAMAN’ın yok olması için…

>>2-Yıllarca Yılmaz Güney’in filmleri festivallerde bile gösterilmiyordu. Bir Sinematek’imiz zaten kurumsal yapısıyla bugün için yok. Sinema dergileri ve kitapları için şunu söyleyeyim: varsa yoksa filmlerden söz ediyorlar, ama filmlerin anlattığı Türkiye ile gerçek Türkiye, bu filmleri seyreden insanlarla gerçek halkın özlemleri arasında gezinenleri suskun, olanlar da görmezden geliniyor. Acı gerçek değil midir? Yılmaz Güney’i reddetmek demek bir anlamda Türkiye Sinemasını reddetmek demektir. Bilinçli sansür bir tarihi fenomenleri kahramanları ilişkileri ve söylemiyle yok etti: ama bizim sinemacılarımızın bu konuda esastan hiçbir mücadelesi olmadı. Neler söyleyebilirsiniz? Türkiye Sineması yalnızca dramatik komedi ve melodramlardan mı oluşuyordu? Kendi tarihini yok sayan insanın hayatı nasıl anlamsızlaşırsa, bizim sinemamızda başta iktidar ve sonrasında sinemacılar tarafından yok sayılınca, geriye nasıl bir miras bıraktı?

İkinci ve üçüncü sorunuzu birleştirmek istiyorum. İnsanlık tarihi boyunca kahraman kavramı büyük değişime uğradı. Farklı kültürler içinde kahraman yarı-tanrı, efsanevi bir kişilik, insanüstü bir varlık ya da halkı için çok önemli işler başarmış bir kişi olabilir. Bu kavram içinde aklımızda kalan aslında insanın kişisel tarihi boyunca, yaşadığı topraklarda vermiş olduğu bir nevi “mücadele” sonunda o topraklar için orada yaşam bulan her unsur için yapmış olduklarıdır. Kahraman, yiğit, cesur, başkaldıran, derin inançları olan, imkânsızı imkanlı kılmak için büyük bedeller ödeyen, hümanist bir kişiliğe sahiptir. Kahramanlığı belirleyen en önemli şey, tarihi olarak ilerlemenin, gelişmenin yanında, ezilen halk kitlelerinin ve onların çıkarlarının yanında olmaktır.

Güney’i reddetmek, Türkiye sineması reddetmektir

>>Bir kahramanın var oluşuna genelde “halk” ve “halk hareketleri” karar verirler. Ve halk bu kahramanları belli bir mücadele içinde yaratır. Halk dışında da “iktidarın” yaratmış olduğu kahramanlar mevcut olabilir. Ama onları gerçek kahraman olarak adlandırabilir miyiz? Yoksa iktidarın göz önüne sürdüğü bir nevi parçalayıcı güç olarak mı nitelendirebiliriz?

Kahraman, yiğit, cesur, başkaldıran, derin inançları olan, imkânsızı imkanlı kılmak için büyük bedeller ödeyen, hümanist bir kişiliğe sahiptir. Kahramanlığı belirleyen en önemli şey, tarihi olarak ilerlemenin, gelişmenin yanında, ezilen halk kitlelerinin ve onların çıkarlarının yanında olmaktır. Yılmaz Güney, tüm bu öğelere uyan bir kişiliğe ve gerçekliğe sahiptir. Bugün bile halk arasında Yılmaz Güney dendiği zaman tüm yukarıda saydıklarımız geçerliliğini koruyor. Yılmaz Güney sineması hâlâ aşılmış değil. Zaten O’nu aşmak yerine korumaya, tanıtmaya, aktarmaya çaba gösterilmesi bence en uygun olanıdır. Evet, Yılmaz Güney’i reddetmek bir anlamda Türkiye sinemasını reddetmek demektir.

>>Sanat tarih içinde de değişim gösteren, günün sosyo-kültürel durumuna adapte olmak zorunda olan bir kavramdır. Ancak ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde sanatla birlikte bir halk mücadelesinde yer alan sanatçı sayısı çok az.

Genel af konusuna gelince, ben farklı bir kavrama değinmek istiyorum. Bugün ülkemizin sağlığa erişmesi için bir Genel Af kaçınılmazdır. Ancak bu, tarihi bir AF olmalıdır. Toplumca tarihimizle yüzleşemezsek, tarih içinde var olmuş tüm ötekileştirmeler ile hesaplaşmazsak, tüm farklılıklar arasında köprü kuramazsak, hiçbir şekilde topraklarımız huzura kavuşamaz.

Barış sadece çatışma yokluğu değildir. Barış bir toprakta yaşayan tüm ulusların, tüm halkların din, dil, ırk ayrılığı gözetmeden, kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam yaratmaktır. Ancak bu şekilde karşılıklı barış, her benliğin kalbinde ve ruhunda var olabilir. Bu barışa giden yolda tarihi bir AF’ la mümkün olabilir.

>>Ben sizin özelinizde, yıllar sonra babanızın yaşarken fark etmediğiniz, girmediğiniz dünyasına, giderek çok daha bilinçli olarak şimdilerde girdiğinizi görüyorum. Babanızla 16 yaşına kadar birlikte büyümediniz, kısa aralıklar dışında. Şimdi ise bir mücadeleci insanı kültürel, siyasi ve estetik mirasıyla yeniden keşfediyorsunuz. Ve babanız tekrar sizin için toplumsal kimliğiyle yeniden kahraman olarak benliğinizde inşa ediliyor. Bu tarihi açıklar mısınız?

Aslında her zaman Yılmaz Güney’in dünyasına yakın oldum.

Kitaplarını okudum, olabildiğince filmlerini izledim. Benim asıl sorunum Yılmaz Güney ile baba kavramını birleştirememekti. Ne kadar “dahi” bir kişiliğe sahip olduğunu biliyordum, ancak baba-kız ilişkisi yerine oturmuş olmadığı için zorluk yaşadım. Çoğu kişi babamı anlamadığımı, davasını, sanatını, kişiliğini yargıladığımı düşündü.

Hâlbuki Yılmaz Güney’e bilgi anlamında hâkimdim. “Affect” anlamında sorunlarım vardı. Çünkü benim hayatımda bir babam vardı, birde Yılmaz Güney…

Öğrendiğim Yılmaz Güney ile yaşadığım baba birleşmiyordu. Bu benim içimde yaşadığım bir yaraydı.

Yılmaz Güney ile babamı birleştirmek için “benim-babam”ı yarattım. “Bir odadan bir odaya” ile yaşamımın tüm kahramanlarını yerli yerine koyarak her aile mensubunu, aile içindeki yeri ve konumuyla birleştirerek, özellikle babam ve Yılmaz Güney’i kendi tarih ve hikâyeleri içinde anlayarak bütünleştirdim.

Sonraki süreçte babam, Yılmaz Güney’in hayat izini sürüp derinliklerine inerek bilgi hazinemi zenginleştirmek daha kolay ve mutluluk dolu oldu.