“Görünüşler” düzeyinde sınıf yoktur, sadece “bireyler” vardır. Somut dünyadaki karmaşa içinde yolumuzu bulabilmek, “anlam”ı yakalayabilmek zihinsel bir çabayı gerektirir. Ancak bu yapıldığı ölçüde (ve yapıldıktan sonra) sınıf diye bir (soyut) kavrama varırız. Bu yönüyle sınıf, zihinsel bir “kurgu”dur, ama bu “kurgu” gerçek yaşamın derinlemesine incelenmesinden ortaya çıkabilir

Sınıf gerçeğinden sınıfsızlığa

Gencer Çakır - Sosyolog

Bir helikoptere binip İstanbul semâlarında bir gezintiye çıkalım. İyice yükselip şehre kuşbakışı bakalım. Gördüğümüz nedir? Elbette çok sayıda bina, az sayıda yeşil alan. Hayır, bunu demek istemiyorum, konumuz bu değil. Oradan oraya koşuşturan, yürüyen, oturan… İnsanlardan bahsetmek istiyorum daha çok. İlk elde göze çarpan, hareket eden “insanlar”dır. Elbette bu insanların tamamını göremeyiz, çünkü ezici çoğunluğu beton binaların içindedir. Ama yine de tüm bu insanları görebildiğimizi varsayalım. İlk elde sokaklarda, caddelerde, kapalı ya da açık mekânlarda, toplu taşıma araçlarında, özel taşıtlarda yer alan insan kalabalıklarıdır görünen. Yani bir “nüfus kitlesi”dir karşımızda olan. Bir coğrafi mekâna yatay halde öbek öbek dağılmış kalabalıklar… Bu dünyaya ve İstanbul’a bütünüyle “yabancı” bir varlık gibi şehre doğru alçalıp, söz konusu nüfus kitlesinin içine girmeye çalışalım şimdi de. Gördüğümüz nedir? Bu sefer detaylı bir betimleme yapabilecek derecede veriye sahibizdir: “İnsanlar”ın giyim ve kuşamları; nerelerde bulundukları; nerelerde yürüdükleri; ne yiyip ne içtikleri; hangi mekânlarda eğlendikleri; kimlerle ve hangi araçlarla konuşup iletişim kurdukları…

Listeyi sonsuza dek uzatabiliriz. Tüm bu “veriler”, göze-kulağa-tene hitap eden verilerdir. İlk elde, muazzam bir veri setine sahibizdir; ama ne olup bittiğini “anlamak”tan ve bunu “açıklamak”tan henüz çok uzağızdır. Tüm bu verilerin işlenip düzenlenmesi, tasnif edilmesi vs. gerekir. Bu “veri işleme” süreci çok ama çok uzun olabilir. Çünkü mesele sadece görünür-duyulur verilere erişmek değil, bu muazzam veri seti içinde “anlamlı” gerçekliğe varmaktır. İnsanları gündelik yaşamları içinde, mekân-zaman boyutunda ve diğer insanlarla olan ilişkileri içinde derinlemesine bir inceleme süreci bizi söz gelimi “sınıf” diye bir “anlam”a taşıyabilir. Sınıf bu açıdan bir “soyutlama”dır. Görünür dünyada sınıf diye göze-kulağa-tene hitap eden pozitif bir gerçeklik YOKTUR. Sınıfı elle tutamaz, gözle göremeyiz. Sınıf ancak, somut dünyanın derinlemesine incelenmesi, insanlar arası ilişki ve etkileşimlerin analizi sonucunda, muazzam veri seti içinde bize “anlamlı” gelen bir soyutlamadır. “Anlamlı”dır, çünkü gerçek yaşamın analiz edilmesi sürecinde böyle bir “anlam”a varmışızdır. İncelenen “insanlar” arasında şu şeyler dikkatimizi çekmiş olabilir: Çalışıp çalışmadıkları; ücretli olup olmadıkları; nerelerde yaşadıkları; başkaları için mi yoksa kendileri için mi çalıştıkları; gelirlerinin kaynakları; giyim-kuşamları; kullandıkları dayanıklı-dayanıksız tüketim malları; servet düzeyleri; konuştukları yabancı diller; eğitim düzeyleri; ne sıklıkta seyahat ettikleri; üretim araçlarına sahip olup olmadıkları… Bütün bu “veriler”in belli bir tarzda işlenmesi sonucu sınıf diye bir soyut kavrama varabiliriz. Tabii burada ister istemez başka bir soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da somut dünyadaki veri karmaşası içinde, sözgelimi a-b-c-d-e-f gibi “pozitif” verilerden hareketle x gibi bir “anlam”a varıyoruz? Niçin y değil de x gibi bir “anlam”a varıyoruz? Şimdilik sadece soruyu sormuş olalım. Cevabını hep birlikte düşünebiliriz.

• • •

Sınıf, ilişkisel bir gerçekliktir. Elle tutulmaz, gözle görülmez. “Pozitif” değildir. Ama ilişkisel ve nesneldir. Sınıf, “insanlar”ın birbirinden yalıtık halde incelenmesi sonucunda ortaya çıkan bir gerçeklik DEĞİLDİR. Sınıf ancak insanların birbirleriyle ilişkisi temelinde ulaşılan bir gerçekliktir.

Kapitalist ve işçi, kendi tikellikleri içinde “insan”dır; bu ikisi birbirinden yalıtık halde tanımlanamaz. Biri diğerini var etmektedir. Köle olmadan efendi ol(a)maz; efendi köleler olduğu için efendidir. Benzer şekilde bir kralı kral yapan, o kralın üzerinde oturduğu taht değildir. Ya da bir CEO’yu CEO yapan, üzerinde oturduğu deri koltuk değildir. Devlet başkanlarını devlet başkanı yapan da, içinde yaşadıkları saraylar değildir. Sözgelimi Erdoğan, Saray’da oturduğu için Erdoğan değildir. Erdoğan bir “İLİŞKİ”dir. Erdoğan “yüzde 50 artı Türkiye burjuvazisi”dir. Bu sosyal gerçeklik Erdoğan’ın “özü”nü teşkil eder. Bugünün Türkiye’sinde rejim Erdoğan’ın bedeninde cisimleşmiştir. Bu cisimleşme çelişkilerle dolu olduğu içindir ki Erdoğan özelinde siyasal rejim bugün çalkantılara gebe bir haldedir.

• • •

Kapitalist, sermaye denen sosyal ilişkinin bir “taşıyıcısı”dır. Sermaye “birikmiş emek”tir. Tek başına bir kapitalist ol(a)maz. Kapitalist bir ilişkidir, daha doğrusu bu ilişkinin bir “temsili”dir. Kapitalistin bedeninin içine bakarak bu ilişkisel gerçekliği göremeyiz. Çünkü “ilişki” görünür bir organ değildir. İlişki bedene “yapışık” halde bulunur. Rahmi Koç’u “büyük burjuva” yapan onun biyolojik özellikleri değildir. Rahmi Koç diğer insanlarla olan ilişkisi temelinde kapitalisttir. Onun kapitalist olması, görünür-duyulur bir gerçeklik değildir. Elbette Koç’un yaşam tarzına vs. bakarak bir tasvir yapmak mümkündür; ama yine de burası “görünüşler” düzeyidir. Rahmi Koç’u Rahmi Koç yapan “görünüş”ün ardında yatan ilişkisel-nesnel gerçekliktir. Biyolojik düzeyde Koç ile işçisi arasında bir fark yoktur. İkisi de et, kemik ve kandan ve bir beyinden; kulak-burun-boğazdan; iki göz, bir çene, bir alın, iki el ve ayaktan müteşekkildir. Biyolojik düzeyde işçi ile kapitalist “eşit”tir. İşçiyi işçi ve kapitalisti kapitalist yapan biyoloji-ötesi bir gerçekliktir.

Görünür düzeyden ilişkisel düzeye geçmek “fiziksel” düzeyden “metafiziksel” düzeye geçilmesini gerektirir. Çünkü kavramsal-soyut düzeyde sınıf, fiziksel değil metafiziksel âleme aittir.

Tarihteki kırılma noktası
Zihinsel soyutlama yetimiz olmasaydı, görüntüler düzeyinde görsel-işitsel veri karmaşasının içinde boğulup gidebilir ve “toplumsal anlam”ı asla ortaya çıkaramazdık. Görünür düzeyden kavramsal soyut düzeye geçme, insanlık tarihinde önemli bir kırılma noktasına işaret eder. Bir canlı varlığın soyut düşünebiliyor olması, o canlı varlığın görünür şeylerden görünmez soyut kavramlara ulaşması anlamına gelir. Şeyler arasında bağlantılar kurabilme, şeyleri belli bir organizasyonel biçim altında birleştirebilme ve buradan da doğanın doğrudan doğruya sağlamadığı “yeni” (daha doğrusu “melez”) gerçeklikler ve kurgular yaratabilme yetisidir soyut düşünebilme yetisi. Soyutlama yaparak şeyler arasında “varolan” ilişkiselliği ortaya çıkarabiliriz.

• • •

“Görünüşler” düzeyinde sınıf yoktur, sadece “bireyler” vardır. Somut dünyadaki karmaşa içinde yolumuzu bulabilmek, “anlam”ı yakalayabilmek zihinsel bir çabayı gerektirir. Ancak bu yapıldığı ölçüde (ve yapıldıktan sonra) sınıf diye bir (soyut) kavrama varırız. Bu yönüyle sınıf, zihinsel bir “kurgu”dur, ama bu “kurgu” gerçek yaşamın derinlemesine incelenmesinden ortaya çıkabilir. Somuttan soyuta giden süreçte “sınıf”a ulaşılır. Ama teori, bu yoldan tersine gitmesini de bilmelidir.

• • •

Sınıf gerçekliği ve sınıf mücadelesi Marx öncesinde gerek burjuva tarihçilerince gerekse politik iktisatçılarca ele alınıp incelenmişti. Dolayısıyla Marx’ın buluşu sınıflar ve sınıf mücadelesi DEĞİLDİR. Joseph Weydemeyer’e yazılan 5 Mart 1852 tarihli bir mektupta Marx şöyle diyor: “(M)odern toplumda sınıfların varlığının ya da aralarındaki mücadelenin keşfi bakımından benim hiçbir katkım olmamıştır. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları ise sınıfların iktisadi anatomisini benden çok önce açıklamışlardı.” Peki, Marx’ı diğerlerinden farklı kılan neydi? Dinleyelim: “Benim yaptığımda yeni olan: 1) Sınıfların varlığının yalnızca üretimin gelişmesinde ortaya çıkan belirli tarihsel evrelerle bağlantılı olduğunu; 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açtığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını göstermek olmuştur.”

Marx, sınıf mücadelesi meselesine kafa yormuştu, burası doğru. Ama Marx aynı zamanda sınıfların ortadan kaldırılması olasılığı üzerine de kafa yormuştu. Marx, politik iktisadın ve burjuva tarihçilerin soyutlama aracılığıyla ulaştıkları sınıf kavramını, yani “somut”un incelenmesinden türetilen soyut sınıf kavramını kabul etmişti. Burası doğru. Ama Marx bu düzeyde kalmamış, mevcut soyut kavramsal düzeyden tekrardan somuta varmak suretiyle gerçekliği kendi düşüncesinde (tekrardan) kurmaya çalışmıştır. Eleştirel sorgulama ve kavramları yıkarak “YENİ”yi inşa edebilme ancak bu ikinci yol ile mümkün olabilir.

Sadece somut dünyanın veri karmaşası içinde “anlamlı” olanı yakalamakla yetinemeyiz. Yapılması gereken “anlam”ı bozmak, yer yer yıkmak ve bu “anlamı” aşmaktır. Marx’ın eleştirel yöntemini pozitivist ve hermenötik yöntemlerden ayıran temel nokta burasıdır. Pozitivist yöntem, görünür-işitsel dünyanın kaotik ortamında elle tutulan-gözle görülen niceliksel örüntüler bulmaya çalışır. Tablolar oluşturur, grafikler çizer, sayısal listeler oluşturur… Hermenötik yöntem ise bu kaotik ortam içinde “anlamlı” olanı bulmaya, örneğin tikel insanlar karmaşası içinde sınıf gibi “anlamlı” bir ilişki örüntüsüne varmaya çalışır. Bu görünür olmayan ilişkisel-nesnel gerçekliği temel alır hermenötik. “Anlamı” olan bu gerçekliği açıklamaya çalışır. Marx’ın eleştirel yaklaşımı, bu iki yöntemce türetilen “malzeme”yi bütünüyle reddetmez. Reddedemez. Ama bu malzemeyi kullanarak gerçekliği devrimci bir biçimde değiştirmeye/dönüştürmeye çalışır. Bu eleştirel yöntemde, gerçek dünyadan elde edilen veriler, ulaşılması gereken bir amaç değil araçtır. Burada amaç, temelde, “anlam”ı yıkmak ve bozmak suretiyle gerçekliği düşüncede yeniden inşa etmektir.

Sınıflar nasıl ortadan kalkabilir?
Sınıfların ortadan kaldırılışı ile sınıf mücadelesine dair de bir şeyler söylemek istiyorum. Soru şu: Sınıfların ortadan kaldırılması sınıf mücadelesi ile mümkün değil midir? Soruya cevap vermeden önce bir temel ayrımın yapılması gerekiyor. Sınıf mücadelesinin ekonomik ve devrimci/siyasal olmak üzere iki düzeyde ele alınması kanımca elzemdir. Bugün gerek dünyada gerekse Türkiye’de, işçiler ve emekçilerce daha iyi bir gelecek için sendikal düzeyde verilen mücadeleler sınıf mücadelesinin ekonomik kertesini oluşturur. Esasında bu düzeyde kalan, bu düzeyde verilen ve daha da öteye gitmeyen mücadeleler işçiyi ve kapitalisti bir sosyal ilişki olarak yeniden üretmeye yarayan “sistem-içi” (yoksa “gerici” mi desek?!) mücadelelerdir. Çünkü bu ekonomik sınıf mücadelesi, işçinin daha iyi durumda yaşamasının; işçinin daha iyi koşullarda emekgücü’nü satmasının koşullarını (yeniden) oluşturur. İşçiyi işçi olarak yeniden üretmek, toplumsal bir ilişki olan sermaye gerçekliğini de yeniden üretmek anlamına gelir. Bugünün kapitalist toplumuna hükmeden yegâne kudretli güç SERMAYE denen toplumsal ilişkidir. İşçinin yeniden üretimi, sermaye ilişkisinin yeniden üretimidir. Sendikal düzeyde verilen ekonomik sınıf mücadelesi kapitalist karşısında işçinin avantajlı konuma geçmesi için bir imkân yaratır. Burası doğru. Ancak örneğin çalışma saatlerini düşürmeyi önüne hedef koyan bir sendikal mücadele, bu hedefini gerçekleştirse bile, kapitalist sömürünün “doğasında” değişen bir şey olmaz. Çünkü kapitalist emek sürecinde sömürü, işçinin çok çalışmasından ya da işçinin ağır ve güvencesiz koşullarda çalışmasından ileri gelmez. İşçi emek sürecine adımını attığı “an” sömürü başlar! Kapitalist emek sürecinde gerekli emek zaman ve artık emek zaman eş zamanlı işlemektedir. İşçi 5 saat de çalışsa, 1 dakika da çalışsa sömürü mekanizması hükmünü icra eder. Emek sürecinin sadece her saati ya da her dakikası değil her “anı” önemlidir kapitalist için. Marx “anlar kârın unsurlarıdır” derken bunu kasteder.

Özetle, ekonomik düzeyde sınıf mücadelesi üzerinden sınıfların ortadan kaldırılışı söz konusu olamaz; sadece sınıfların yeniden üretimi gerçekleşir.

Sınıf mücadelesinin devrimci/siyasal kertesi, sendikal düzeyde yürütülen mücadelelerin sistemin ötesine taşınması noktasında şüphesiz bir olanak yaratır. Burada siyasal parti ve sendikalar arası ilişkiler önem kazanır. Sınıf hareketinin “siyasallaşıp”, devleti karşısına almak suretiyle burjuva sınıf iktidarının proletarya tarafından alaşağı edilmesi gerçekleşene dek bu mücadele devam eder.

Sınıfların ortadan kaldırılması, sınıf mücadelesi ile mümkün ol(a)maz. Çünkü sınıf mücadelesi siyasal alana aittir. Sınıflar ise sosyolojik gerçekliklerdir. Sınıf gerçekliğinin nesnel ve ilişkisel doğası çözümünü ancak sosyolojik bir temelde bulabilir. Devrim gibi bir siyasal “olay”, sınıfın nesnel-ilişkisel gerçekliğini tek seferde ve bütünüyle ortadan kaldır(a)maz. Ama bunun için şüphesiz bir imkân yaratır. Marx bütün sınıfların ortadan kaldırılması ve sınıfsız bir topluma geçişten bahsederken, proletarya iktidarının kendisinin bir “geçiş” olduğunu vurgular. Burası önemli. Proletarya iktidarı gibi bir “siyasal geçiş” biçimi, sınıf gibi sosyolojik bir gerçekliğin ortadan kalkması için sadece bir imkân yaratır. Marx’ın söylediği budur.

Özetle, sınıfların ortadan kalkması ve devletin “sönümlenmesi”, yani İLİŞKİ’nin (peyderpey) çözülmesi “siyaset”le değil “sosyoloji”yle ilgilidir.

Ve bitirmeden son bir cümle: Marksizm sınıflar ve mücadelelerinin bilimi değildir. Marksizm sınıfların ortadan kaldırılmasının bilimidir.