Vesayet altındaki, güdümlü sendikacılığın “al gülüm-ver gülüm” adlı oyunu, açık kalan mikrofon yüzünden tekstin dışına çıktı. Tüm kamuoyunun gözü önünde, iktidarın konforu için işçi haklarının feda edildiğini ortaya koyan cümlelerle güdümlü sendikacılığın maskesi düştü, yaldızları döküldü.

“Sınıf”sız sendikacılığın trajedisi

ZAFER AYDIN

Bir mikrofon nelere kadirmiş! Türk-İş Başkanının tedbir alıyorum zannettiği sırada yaptığı tedbirsizlik, Türk-İş’in kuruluşundan bu yana üzerinde taşıdığı vesayet yaftasını gözler önüne serdi. Herkesin bildiği, konuştuğu gerçeği su yüzüne çıkardı. Açık kalan mikrofondan sarfedilen cümleler, kapılar arkasında sürdürülen ilişkilerin, iktidara ve devlete duyulan bağlılığın, hak ve sınıf diye bir dert olmadığının kuvvetli bir ispatı oldu. Aslında Türk-İş Başkanı, toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmeleri başladığı andan itibaren eline “beyaz bayrak” alıp, “grev yapmak istemiyoruz” diye ortalıkta dolaşarak, nasıl bir zihniyetle hareket ettiğini ortaya koymuştu. Açık kalan mikrofon ise bunu perçinledi. Türk-İş Başkanının güdümlü sendikacılığını tescil eden, işçi haklarından çok iktidarı gözettiğini itiraf eden cümlelerine, imzalanan çerçeve anlaşmaya taraf olan sendikalar da dahil Türk-İş içinden bir itiraz gelmedi. Dahası kimi sendikalar da destek açıklamasında bulundu. Bu da göstermektedir ki, Ergün Atalay yalnız değil, kendi başına buyruk hareket etmedi. Çünkü Türk-İş üyesi sendikaların ağırlıklı kısmı iktidarın vesayet kayığında Türk-İş yönetimiyle birlikte. Onları ayakta tutan işçilerin çıkar birliği, bu birlikten doğan kolektif hareket gücü değil, devlet ve sermaye ile kurulan çıkar ortaklığıdır. Devletin ve paranın gücü ile koltuklarda tutulan sendika yöneticileri de, bunun diyeti olarak işçiyi “hareketsiz” tutmaktadır. Bu tablo, AKP döneminde işçi haklarında yaşanan gerilemenin nedenleri konusunda fikir verdiği gibi, başta kıdem tazminatı olmak üzere gelecekte iktidarın emekçilerin haklarına yönelik saldırıları konusunda Türk-İş’in nasıl bir yol izleyeceğinin de habercisidir.

Açık kalan mikrofon, Türk-İş’in, çeşitli argümanlarla gizlemeye çabaladığı, devleti, iktidarı, sermayeyi, isçi haklarına önceleyen sendikal siyasetinin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Ancak bu, bugüne özgü bir durum olmadığı gibi Türk-İş yönetiminin istifası ile giderilebilecek bir sorun olarak da durmuyor. Çünkü Türk-İş’in genetik malzemesi devlet ve sermaye vesayetine göre kodlanmıştır. Bu kodlar, her zaman devleti/iktidarı önceleyerek işlemiştir. Bu nedenle Türk-İş’in sendikal formasyonu içinde sınıf, “şirket” ve “devlet” kadar önemli bir yer tutmaz. Kaldı ki, sendikal vesayet rejiminin işlerlik kazanmasının temel dayanağı da “sınıf”sız sendikacılıktır. Türk-İş, kurulduğu günden başlayarak sendikal mücadeleyi, sınıf mücadelesinin içinde görmedi. Sınıfı bir ekonomik kategori olarak kabul etmesine rağmen, onun sosyal ve toplumsal rollerine dair bir perspektifle hareket etmedi. Komünizm tehdidi üzerinden imal edilen “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış toplum” düsturu Türk-İş’in de benimsediği, sahiplendiği düstur oldu. Bu yüzden genellikle emek-sermaye çelişkisine değinmeden, sömürüye vurgu yapmadan ‘sınıf’sız bir sendikacılık tercih edildi. İktidarla ilişkileri iyi tutarak işyerlerinde sorun çözme kapasitesini arttırabilmesi de bu tercihle sıkı sıkıya bağlıydı.

‘Sınıf’sız sendikacılıkta oynanacak rolün sınırları baştan belliydi; işçi ile iktidarın, işçi ile sermayenin çıkarlarının çatıştığı süreçlerde, işçinin milli ve manevi duyarlılıklarına seslenerek işçiyi yatıştırmak, başka türlü bir sonuç elde edilemeyeceğine ikna etmek. Türk-İş bunu büyük ölçüde başardı ve karşılığını da devlet ve sermaye gözünde “makbul sendikacılar” payesi olarak aldı. Elbette her dönemde bunun çeşitli kırılmaları oldu. 89 Bahar Eylemleri bunun örneklerinden biridir. Reel sosyalizmdeki çözülmenin ardından sınıf kavramına, sınıfa yönelik teorik ve politik deformasyon, siyasetin sınıf temelinden uzaklaşması da ‘sınıf’sız sendikacılığın önünü daha fazla açtı. Sınıf kimliğinin, etnik, dini kimliklerin gerisinde kaldığı dönemde, etnik ve dinsel kimliklere yapılan vurgularla devlet ve işverenle olan bağ daha da kuvvetlendirildi. AKP dönemi ise siyasal aidiyet ve dini duyarlılıklar üzerinden vesayet rejimi iyice kurumsallaştırıldı.

Bugün sendikal harekette çürüme ve yozlaşmanın işareti olarak tartışılan, makam aracı saltanatı, abartılı maaşlar, sendikanın imkânlarını hoyratça kullanma gibi sorunlar vesayet rejiminin ve ‘sınıf’sız sendikacılığın doğurduğu sonuçlardır. Çünkü seçilme garantisini, onu vesayet altında tutan güçlerin manipülasyon ve operasyonlarına borçlu olanlar için işçiden korkmak, işçinin tepkisinden çekinmek, işçiye hesap vermek gibi bir şey söz konusu olmuyor. Bu yüzden işçinin, sendikasında söz sahibi olma kanalları ya kapatıldı ya daraltıldı. İyi kötü işleyen temsili demokrasinin mekanizmaları yavaş yavaş devreden çıkarıldı. Böylece yozlaşma, çürüme, otoriterleşme de giderek arttı. Bütün bunlar işçi ile örgütü arasındaki açıyı, yabancılaşmayı iyice büyüttü. Geldiğimiz noktada sendikalar, işçinin örgütü olmaktan çıkıp, tek fonksiyonu işçinin toplu iş sözleşmesini işçinin iradesi hilafına bağışlayan vekalet kurumuna dönüştü.

İşçinin beklentisi altında kalan sözleşmelere imza atan, işçi haklarını savunmaktan imtina eden, bunun için mücadeleden kaçınan vesayet sendikacılığının meşruiyet sağlamak üzere kullandığı malzeme ise soyut bir ‘millicilik’tir. Bu kavram hem işçilerin verilene rıza göstermesini sağlamanın hem de vesayet altındaki sendikacılarının teslimiyetçi tutumlarını normalleştirmenin aracıdır. Ergün Atalay’ın kendini savunurken ‘milliciliğe’ sarılması bu tutumun tipik bir yansımasıdır. Ama tutarlılıktan yoksundur, inandırıcı değildir ve altı boştur. Çünkü Türk-İş Başkanı olarak, Türkiye’nin fabrikaları, doğal kaynakları peşkeş çekilirken içine gömüldüğü sessizlik herkes tarafından bilinmektedir. Yani “sınıf için mücadele etmiyorum ama memleket için mücadele ediyorum” mesajı alıcısı çıksa bile doğruyu yansıtmaktan uzaktır.

Vesayet altındaki, güdümlü sendikacılığın “al gülüm-ver gülüm” adlı oyunu, açık kalan mikrofon yüzünden tekstin dışına çıktı. Tüm kamuoyunun gözü önünde, iktidarın konforu için işçi haklarının feda edildiğini ortaya koyan cümlelerle güdümlü sendikacılığın maskesi düştü, yaldızları döküldü. Bu gelişme aynı zamanda sendikal hareket içindeki değişim ve dönüşüm ihtiyacını son derece yalın bir biçimde yeniden görünür hale getirdi. Bu açıdan baktığımızda açık kalan mikrofon, sendikal hareketteki değişim ihtiyacına önemli bir lojistik destek sundu. Değişim, dönüşüm isteyenlerin elini güçlendirdi. Bugün her zamankinden yakıcı bir biçimde gözükmektedir ki sendikal vesayet rejimini açık ve doğrudan hedef alan bir mücadele zorunludur. Sendikal hareketin, devletten ve işverenlerden bağımsızlaşması, misyonuna uygun tutum sergileyebilmesi için atılması gereken ilk adım vesayet zincirinden, ‘sınıf’sız sendikacılık anlayışından kurtulmaktır. Sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesinin içinde gören, sınıfsal bir perspektifle emeğin haklarına yaklaşan, sendika içi demokrasiye yeniden işlerlik kazandıracak, sendikanın sahip olduğu imkânları kişisel çıkarları için kullanmayacağını taahhüt edecek bir muhalefet dinamiğini örgütlemek ertelenemez bir gerekliliktir. Elbette bu gereklilik gidişattan rahatsız olan, kaderlerini değiştirmek isteyen, bunun için öne çıkacak, cesaret gösterecek, sorumluluk üstlenecek, risk alacak işçilerin omzundadadır.