Yeşilçam'ın mafya öyküleriyle daima çok hastalıklı bir ilişkisi olmuştur. Bunda öncelikle hastalıklı kentleşmenin payı var: Sanayi Devrimi ve kapitalist gelişmelerle değil de, 20’nci yüzyılın ortalarında “küçük Amerika” olabilmek için çalışan iktidarların politikalarıyla kente gelen köylüler üzerinden kurulan bu tuhaf süreç, yeni bir ezilenler katmanı yarattı; ‘sınıf olamadan sınıf atlama’ hayalleriyle kendini ‘kolay para’nın kucağına bırakmaya hazır bir katman.

Arabesk ve fazlasıyla maço bir erkek-egemen kültürün ‘kolay para’ yolu doğal olarak mafyatik oluşumlardan geçer. İrili ufaklı suç örgütleri yaygınlaşırken, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla ünlenen kabadayılar gazetelerin magazin sayfalarında bile kendilerine yer bulurken Yeşilçam’ın buna kayıtsız kalması beklenemezdi elbette. Sonuç olarak ortaya Yılmaz Güney, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın gibi çok sevilen oyuncuların canlandırdığı tuhaf mafya karakterleri çıktı.

Namus kavramını bacak arasına ve silaha -sembolik fallus- indirgemeyi sürdüren, sosyal ilişkilerini mülkiyet ilişkileri gibi biçimlendiren, kaçakçılık yapan, haraç toplayan, insan öldüren bu ‘kahraman’lar, arada bir yoksulların derdini dinleyip maddi yardımda bulunur, eski mahallelerini ziyaret edip toplumsal meşruiyet kazanmaya çalışırdı. Hastalıklı kentleşmenin en hastalıklı ürünlerinden biri olarak ‘fakir babası ölüm makineleri’ anlatısı böyle böyle yaygınlaştı.

Bu mafya öykülerinin en ‘devrimci’si bile sınıfsal bir kurtuluşun olanaklarını tartışmaz. Eh, çıkış noktası yanlış olunca beklenen bir sonuç bu… Sınıf kavramına vurgu yapmaya çalışan filmlerse -ki, sayıları bir elin parmaklarını geçmez- finalde kahramanını öldürerek seyirciyi nekrofilik (ölüsevici) bir arınmaya yönlendirir.


***

Öyküsüne sınıf bilinci kavramını ve ilginç biçimde basını da dâhil ettiği için, 1979 yapımı Gazeteciler adlı film bunun iyi bir örneğidir.

Başrollerinde Kadir İnanır ve Sevda Karaca’nın oynadığı filmin adı sizi yanıltmasın, filmde tek bir gazeteci var. Zeynep isimli bu gazeteci, daha derin ve içeriden haberler yapabilmek için kimliğini gizleyerek, sigara ve içki kaçakçısı Kemal’in yanında çalışmaya başlar.

Kemal, mafyanın doğası gereği tam bir sermaye uşağıdır. Örneğin, toplu sözleşme için uğraşan sendikalı işçilerin üzerine fedailerini salar. Zeynep bunu ‘Selçuk’ takma adıyla haber yapar: “Kabadayılar kralı işçi haklarına karşı çıkıyor.” Bu habere çok bozulan Kemal, haddini bildirmek için haberde imzası bulunan Selçuk adlı gazeteciyi aramaya başlar. Bu sekansta Zeynep Kemal’e basın özgürlüğünün önemli olduğunu söyler, ama işçi haklarından hiç konuşulmaz.

Takip eden sahnede, Kemal’den stokçu kabzımalları manav ve hamallara karşı koruması istenir. Patronların konuşmasından Kemal’in bu işi daha önce de yaptığı anlaşılmaktadır. Ama o gün Kemal Zeynep’le birlikte olduğu için haldeki işçilerin eylemine müdahale edemez, kabzımalların ofisi emekçiler tarafından basılır. Bu gelişmeler büyük mafya babalarının huzurunu kaçırınca, Kemal adamlarını bu sefer de hal emekçilerini dövmeye gönderir. Bu gerçekten içler acısı bir sahnedir: Kemal’in üç adamı, sanki bu bir komedi-aksiyon filmiymiş gibi, hamalları güle oynaya döverler.

Basının soyut bir güç olarak yer aldığı, Zeynep’in yaptığı haberlerin içeriğinin bir kere bile tartışmaya açılmadığı filmin dörtte üçü böyle geçer. Son kısımda, Kemal Zeynep’in gerçek kimliğini öğrenip kovduktan sonra, tek kolu olmayan bir işçinin Kemal’in kapısına dayanıp “Eğer sen toplu sözleşmemize engel olmasaydın şimdi tazminatımı alırdım. Ama sen patrondan yana çıktın, yoksulu ezdin!” demesiyle, bu kabadayının şimşek gibi bir sınıfsal aydınlanma yaşamasına tanık oluruz.

Kemal bundan sonra işçi haklarını savunmaya başlar. Tabii tümüyle mafyatik usullerle! Mesela bir sahnede, yumruğu yapıştırdığı fabrikatöre şunları söyler: “Bir daha işçi hakkı yemeyeceksin. Yediklerini de geri vereceksin. Yoksa gebertirim seni ulan!”

Kapitalistleri böyle alaşağı ettikten sonra silahları bırakıp bir tornacı olarak çalışmaya başlayan Kemal, mafya tarafından öldürülür. Kemal elinde bir somun ekmek ve üstünde mavi tulumla kanlar içinde yatarken, seyirci kendini yine o ikilemde bulur: “Yav, mafya işlerini hiç bırakmasa daha iyi olmaz mıydı ki?!”

Not: Önümüzdeki yazıda devam edeceğiz.