Toplumların rahat dönemlerinde sorunları tekil kavramak çok mümkünken, çözümleri pansuman tedavisinin ötesine taşıyabilmek hayli zordur. Kriz dönemlerinde ise tersi geçerlidir. Kavradığınız bir sorunu, diğer sorun alanlarından yalıtabilmek neredeyse imkânsızdır; öte yandan köklü çözüm olanağı hemen bir adım ötenizde yer alır. Ustalık, katmerleşmiş sorun alanlarının tümünü kavrayan kilit sorunu tanımlayıp, bu birleşik hattı yapısal çözüm programı etrafında harekete geçirmekle ilgilidir. Bu ustalığı göstermek, söylemek kadar kolay değildir. Bu yapılamadığı içindir ki insanlığın müşterek kazanımlarına ve doğaya kasteden neoliberal sermaye saldırısı, yoğunlaşmış biçimi ile çeyrek asrı geçen varlığını sürdürebilmiştir.

Özelleştirmelerden, güvencesizleştirmeye uzanan o uzun neoliberal tahribat listesi ezberimizde; tekrar tekrar söz etmek anlamsız, zira bunların her biri maddi yaşamın soğuk gerçekleri olarak emekçiler tarafından on yıllardır deneyimlenmekte.

Her bir ülkede, ülkelerin kendi özgül bağlamlarına uygun olarak gerçekleşen neoliberal program, gerçekleşme biçimindeki farklılıklara rağmen son derece benzer bir etki yarattı: Kitleler, kendi yaşamlarını doğrudan şekillendiren kararları etkileme kanallarını ve kapasitelerini kaybettiler. Mal ve hizmetler, çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) denetiminde küresel bir ağ içinde üretilip, paranın ve metaların serbest dolaşımı hızlandıkça, ulusal sınırlarına hapsolan emekçilerin kendi yazgıları üzerindeki iradeleri de erimeye başladı. Akademide bu gelişme, “parlamenter demokrasinin krizi”, “meşruiyet krizi”, “demokrasi açıklığı” gibi kavramlarla tartışıldı. Burada kilit husus ücretlerdir; eğer her bir egemen devlette ücret seviyeleri bile uluslararası piyasalarca belirlenmeye başlamışsa, ulusal ekonomi gibi bir düzlemden söz etmek artık abesle iştigaldir. Ekonominin ulus ölçeğindeki çözülüşünü, ulusun egemen bir irade olarak çözülüşü izlemiş, “ulus-devletin çözülüşü” şeklinde muştulanan bu gelişme neticesinde devlet örgütlenmesi, ÇUŞ’ların nüfuzu altında sermaye sınıfının dolaysız baskı ve denetim aygıtına dönüşmüştür.

Neoliberal karabasanın başlarında Özalgiller ne diyordu; “piyasa serbestisi, tüm özgürlüklerin anasıdır!” Bir hakikat ancak bu kadar tepetaklak edilebilirdi. Dolayısıyla tam tersi oldu. Ana özelliği emek karşıtlığı olan çok sayıdaki gelişmeyi, enlemesine kesen asıl olgu, modern yurttaşlık kurumu temeline oturup, farklı ölçeklerde (ulus, siyasi parti, sendika vb.) kurumsallaşmış kolektif varlıkların güç ilişkileri bakımından etkisizleşmesidir.

Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, çoğu 20.yüzyıla ait olan bu kolektiflerin yaslandığı tarihsel birikimi; iktidar ve güç sahibini, dolayısıyla egemeni, ilahi tılsımından sıyırıp dünyevileştiren 17. yüzyılın Aydınlanma hareketine, dünyevileşmiş egemenliği halk egemenliği biçimine taşıyan 18. ve 19. yüzyılın büyük devrimlerine kadar uzanır. Uluslararası düzlemde sınıflar mücadelesinin 20. yüzyıldaki temel sorusu, halk egemenliğinin hangi siyasi rejim formu içinde ete kemiğe bürüneceği olmuştur. Proleter devrimler ile sosyalist rejimler inşa edilirken, gelişmiş kapitalist ülkelerde de temsili demokrasiler güçlenmiştir.

İşte 1980’lerden günümüze neoliberal fenalığın en temel etkisi bu bağlamda ortaya çıkmaktadır; neoliberalizm, her iki rejimin de ortak paydasını oluşturan halk egemenliğini etkisizleştirmiştir. Liberaller bu süreci, devlet egemenliğinin çözülmesi olarak görmüş, göstermiş ve yakın zamana kadar desteklemiştir. Ulusu etnik vb kültürel temelde kavrayan milliyetçi, ırkçı akımlar ise bu çözülmenin müsebbibi olarak yanı başlarındaki diğer kültürel toplulukları görmüşler ve reaksiyoner akımlar olarak otokrat/faşist liderliklerin fideliklerine dönüşmüşlerdir. İşçi sınıfı sosyalizmi akımı ise ne acıdır ki neoliberal dönemi, sermaye tarafından gasp edilen haklarının çetelesini çıkartarak geçirmiştir.

Neoliberalizmin de çıkmaza girdiği şu evrede işçi sınıfı sosyalizminin hızla uluslararasılaşmış bir akım hüviyetine bürünmesi, büyük ve acil bir ihtiyaçtır. Bunun öncü hamleleri, hak mücadelesi formunda gelişen halk hareketlerinde ortaya çıkmıştır. 2000’lerin ortalarından itibaren Latin Amerika’yı solculaştıran da bu halk hareketleri olmuştur. Ancak sorun siyasal iktidar sorunu olarak görüldüğü için, “kışlık sarayın” kapısına kadar gelen halk “içeri” girememiştir. Sorun siyasal iktidar değil, siyasal rejim sorunudur! Halk egemenliğinin temsili demokrasi yoluyla –burjuva anlamında bile- realize olmadığı, olamayacağı artık açıktır. Halk egemenliğinin doğrudan demokrasi yoluyla tezahürü dışında başkaca bir yol kalmış değildir. Doğrudan demokrasi, kendisini ulus/halk olarak örgütlemiş işçi sınıfının varlığını ön gerektirir. Bu iki bakımdan mümkün ve gereklidir: İlk olarak, üçüncü bin yılda kendi sınıf çıkarı insanlığın ortak çıkarlarıyla örtüşen biricik sınıf, işçi sınıfıdır. İkincisi; sermaye öldürür, emek yaşatır.

Not: Bu yazının ilk versiyonu İşçi Dayanışma Derneği’nin Sesi adlı online derginin Ağustos 2020 sayısında yayımlandı.