Google Play Store
App Store

Cem Özatalay: Postmodern anlatı ‘sınıfı’ yok saydı, kimlikçiliği öne çıkardı. Sınıfsallıktan azade biçimde kimlikleri incelemek her daim sorunlu. Neyse ki ekonomik kriz imdada yetişti, sınıf geri döndü. Deniz Pelek: Klasik olan kırdan kente göçün aksine, kentten kıra göç başladı. Bu süreçte yeniden köylüleşme olarak tanımlanıyor. Bu süreç sosyal ağlar ve dayanışma ilişkileriyle zorluklar aşılabiliyor.

Sınıfsal kaçıştan sınıfın dönüşüne
Cem Özatalay ve Deniz Pelek BirGün’ün sorularını yanıtladı.(Fotoğraf: BirGün)

Tuğçe ÇELİK

Akademisyen Cem Özatalay tarafından derlenen “Toplumsal Yapı Türkiye’de Eşitsizlik, Tahakküm, Değişim” başlıklı kitap sermaye, emek, işçi sınıfı, sömürü gibi kavramları mercek altına alarak günümüz dünyasında sömürü ve tahakküm ilişkilerine yeni anlayışlar kazandırıyor

Dünyada neoliberal politikalar 1980 sonrası gerek ekonomik gerek toplumsal hayatta pek çok dönüşüm yarattı. Buna göre bireye odaklanan, rekabete dayalı ve muhafazakar aile anlayışının hakim kılındığı bir toplumsal yapı devreye sokuldu.

İnsan ve üretim ilişkileri de bu perspektifte şekillenmeye başladı. İngiltere ve Amerika’nın başını çektiği neoliberal toplum oluşumunun hedeflendiği bu harekete, Türkiye, 12 Eylül darbesinin ardından eklemlendi. Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji bölümü Öğretim Üyesi Cem Özatalay tarafından derlenen “Toplumsal Yapı Türkiye’de Eşitsizlik, Tahakküm, Değişim” başlıklı kitap 25 akademisyenin makalelerinden oluşan zengin bir içerikle İletişim Yayınları’ndan çıktı. Sınıf ve emek eksenli bir toplumsal yapı analizi yapan Özatalay ile tahakküm ve sömürü ilişkilerinin günümüzde nasıl kurulduğunu, sermaye birikiminin kökenlerini; İzmir Demokrasi Üniversitesi Sosyoloji bölümü Öğretim Üyesi Deniz Pelek ile Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan tarım politikalarını ve 80 sonrası neoliberal dönüşümünü konuştuk.

-Bu kitabı çıkarma motivasyonunuz nedir? Tarihe nasıl bir kayıt düşmek istediniz? 

Cem Özatalay: İletişim Yayınları’ndan Ahmet İnsel’in Toplumsal Yapı temalı bir başvuru kitabını hazırlamayı bana teklif etmesini hiç tereddütsüz kabul ettim. Bu tavrınmın arka planında iki temel motivasyonumun olduğunu söyleyebilirim. İlki, akademik alanda bilimsel çalışmalarımda öncelikli araştırma konum olan sınıfsal sömürü ile günümüz toplumlarında çoklu tahakküm ilişkilerine yol açan kimlik meselesini bütünsel bir perspektifle ele alabilen bir çalışma yapma olanağının doğmuş olmasıydı. Öyle ki, kimliksel tahakküm ilişkilerini göz ardı eden sınıfsal incelemelerin de, sınıfsal sömürüyü bir kenara bırakan kimlik incelemelerinin de eksikli olduğunu ve bugünün dünyasını ve Türkiye’sini anlamaya izin vermediğini düşünüyordum. Yani ilk olarak eksikli yaklaşımları kuramsal olarak da aşabilecek bir yanıt üretme motivasyonuyla bu kitap çalışmasına girişmeyi istedim. İkinci motivasyonum ise 2016’dan bu yana türlü zulümlere maruz kalan, büyük bir kısmı akademinin dışına itilen, aynı zamanda çoğu Eğitim-Sen üyesi olan barış akademisyenlerinin yaygın katkısıyla bu yanıtı üretmekti. Zira Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı metnin doğmasına yol açan süreç Türkiye’nin toplumsal yapısından bağımsız değildi. Öyle olduğu için imza süreci sonrasında çeşitli platformlarda bir araya gelen barış akademisyenleri arasında sınıf incelemeleri dendiğinde dikkat çekici çalışmalar, isimler olduğunu görmüştüm, kimlik çalışmaları alanında, feminist incelemeler alanında önemli katkılar yapanlar ya da yapmaya hazırlananlar da sayıca az değildi. Diğer yandan imzacılar arasında her ne kadar 68 ve 78 kuşağından hocalar vardıysa da asıl çoğunluğu oluşturanlar, 1990’ların sonlarında 2000’lerde yetişmiş, Gezi’nin yarattığı toplumsal değişim umudunu iliklerine kadar hissetmiş ve bizzat bunun taşıdığı potansiyeller üzerine kafa yormuş akademisyenlerdi.  Bu kuşağın önünü en verimli olabilecekleri dönemde imzacılıklarını bahane yaparak kestiler.  Dolayısıyla kitapta bölüm yazarlarını tespit etmeye çalışırken bu kuşaktan araştırmacıların görece fazla olmasını önemsedim. Tabii tüm yazarlar imzacı olsun diye de bir derdim olmadı.

Toplumsal Yapı
Türkiye’de Eşitsizlik, Tahakküm, Değişim
Derleyen: Cem Özatalay
İletişim, 2024

-Toplumsal yapıyı sınıf bağlamında ele almak neden önemli? 

Cem Özatalay: Birçok öğeyi içeren toplumsal yapının biraz demode bir konu olduğu düşünülebilir. Gerçekten de daha çok yeniden üretim mekanizmasına tâbi eşitsizlik sistemleri, sınıfsal çelişkiler, demografik dönüşüm gibi temalarla özdeşleştirilen toplumsal yapının 1960'ların, 1970'lerin konusu olduğu ileri sürülebilir. O zamanlar, daha makro çalışmalara öncelik veriyordu. Ne var ki, 1990’larda postmodernizm tartışmaları sırasında “büyük anlatılar” tukaka edildi. Toplumsal yapı konusu da ikinci planda kalmaya başladı. Daha çok bireylerin motivasyonlarına, anlam dünyalarına odaklanan sosyal bilim araştırmaları öne çıkmaya başladı. Bu eğilim sosyolojide bireyin geri dönüşü olarak tanımlandı. Diğer yandan, yine aynı dönemlerde açığa çıkan bir diğer eğilim de kültürün en önemli inceleme nesnesine dönüşmesi, kültürel incelemelerin önem kazanmaya başlamasıydı. Sınıf incelemeleri, sınıfsal incelemeler ikinci plana düşmeye başlamıştı. Bu durum “sınıftan ricat” olarak tanımlandı.  Hafif eleştirel bir tonla bunları söylediğim için kimliksel tahakküm ilişkilerini önemsiz gördüğüm düşünülmesin. Elbette cinsiyet, etnisite, ırk, mezhep temelli kimliksel tahakküm insanı çok yaralar. Ancak ne yalan söyleyeyim sınıfsallıktan azade biçimde kimlikleri incelemeyi her zaman sorunlu buldum.  2007-2008 ekonomik krizi benim gibi düşünenlerin imdadına yetişti. Çünkü işsizlik, gelir adaletsizlikleri artık inkar edilemez boyuttaydı. Öyle olunca kimliksel aidiyetlere bağlı eşitsizliklerin de herkese eşit biçimde dağılmadığı, sınıfsallığın bu dağılımda ciddi bir rol üstlendiği apaçık görülebilir oldu. Toplumsal yapı kavramı da sınıf teorileri de güncel toplumsal teorilerle etkileşime girerek sosyal bilimler alanında kendine yeniden yer açmaya başladı.

-Toplumsal yapının eşitsizlik, tahakküm ve sömürü ilişkilerini sürdürmesiyle ne tür bir bağı var? 

Cem Özatalay: Bu soruyu yanıtlayabilmek için Marx’ın toplum teorisi olarak nitelenebilecek yaklaşımına başvurmayı tercih ediyorum. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı isimli eserinin önsözünde benim toplum teorisi olarak tanımlamayı tercih ettiğim şu yaklaşımını temellendirir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur”. Hemen devamında da “insanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” der. Burada Marx üç ilişkiyi odağına alır: ilk olarak insanın doğayla ilişkisini, yani doğayı dönüştürme, üretme/yapma biçimlerini vurgular. İkinci olarak insanların kendi aralarında ilişkiyi, yani üretim ve mülkiyet ilişkilerini, yani sahip olma biçimlerini vurgular. En son olarak da bilinç ve toplumsal varlık ilişkisini, yani varlığını anlamlandırma biçimini vurgular. Sınıfsal sömürü ikinci düzeyde ortaya çıkarken insan üçüncü düzeyde, tabii üstyapısal kurumların etkisi altında ve güç ilişkilerine tabii olarak kimliklerini inşa eder. Toplumsal yapı ya da Marx’ın kullandığı tabirle toplumsal formasyon bu üç düzeyin dinamik bütünlüğüne vurgu yapar. Ama anaakım Marksizm’de, üçüncü düzeyde ifadesini bulan ideolojilerin toplumsal varlığın ters yüz edilmiş ifadeleri olduğuna dair yaygın bir kanı olduğundan, sembollerin ve kimliksel tahakkümün de alanı olan bu üçüncü düzey ağırlıklı olarak ihmal edildi. 1990’lardan sonra gelişim gösteren ana akım kimlik incelemeleri ise bu üç düzey arasındaki bütünlüğü toptan inkar ediyordu. İşte kitabın bölümlerini tespit ederken insanın gündelik pratiğinde zaten mevcut olan bu bütünlüğü kurmaya çalışmak öncelikli amacım oldu. Sınıfsal sömürü ile kimliksel tahakküm arasında, maddi gerçeklik ile sembolik gerçeklik arasında, sınıfsallıkla kültür arasındaki bağı gösterecek bir içeriğin üretilmesini sağlayacak bölüm başlıkları oluşturmaya çalıştım.

-Neoliberal süreçte, neoliberal atomistik birey paradigmasıyla muhafazakar aile paradigmasının bir araya geldiğini ifade ediyorsunuz. Bu düşünce dünyada ne şekilde tezahür etti? 

Cem Özatalay: 1980 sonrasını anlayabilmek için 1945-1975 arasındaki 30 yılı anlamak önemli. Bu 30 yıllık dönemde Keynesçi diyebileceğimiz ve bizimki gibi ülkelerde ithal ikameci sanayileşme stratejilerinde ifadesini bulan talep yönlü ekonomi politikaları söz konusuydu. Bu dönemin temel mantığı, 1929 krizine de yol açan üretim fazlasını engellemeye dönük yeniden bölüşümcü politikalar izlemeye dayanıyordu. Bu modelin işleyebilmesi için üretimi yapan işçi sınıfının aynı zamanda tüketimde de etkin olması gerekiyordu. Böylesi bir bağlam içinde işçiler Türkiye de dahil tüm dünyada sendikalarda örgütlenip, zenginliklerin yeniden bölüşümünde önemli roller oynayabiliyorlardı. Tamamen kapitalizmin yeniden üretimini hedefleyen politikalara dayansa da, Keynseçi dönemde, sendikalarda örgütlenen, kolektif hareket kapasitesini geliştirebilen ve yeniden bölüşümden daha fazla pay alabilen işçi sınıfının “üreten biziz yöneten de biz olacağız” bilincine erişmesi işten bile değildi. Sendikal hareketin yükselişi ile devrimci hareketlerin yükselişi böylesi bir tarihsel bağlam içinde  mümkün oldu. 80'lere gelene kadar böyle bir toplumsal formasyon içinde yaşadık. Neoliberal dönemin temel karakteristiği ise Keynesçiliğe özgü tüm kurumları ve değer sistemlerini -ve dolayısıyla devrimciliği ve sosyalizm düşüncesini de- tasfiye etmek olarak tanımlanabilir.  Bunun için kolektivist yatkınlıkların tasfiye edilmesi ve atomistik birey paradigmasının hakim kılınması gerekiyordu. Genelde otoriter yönetimlerce fiziki baskı da devreye sokularak önceki otuz yılın kurumları dağıtıldı, bireylerin kendi aralarında yarışma içinde olarak var olabildiği bir toplumsal yapı hem üretim ilişkilerinde hem de ideolojik düzeyde inşa edildi. Rekabet, insanlar arasında temel ilişki biçimine dönüştürüldü, yaşam yarışma formunda örgütlendi. Yani herkes önce okulda, sonra piyasalarda birbiriyle yarışacaktı. Bu yarışta kaybedenler işçi olacaktı. Neoliberal dönemde işçilik hiçbir sosyal hakkın olmadığı, işçilerin kazanmış olduğu neredeyse bütün hakların budandığı bir durumu ifade etmeye başladı. Her ne kadar neoliberal ütopya -ya da distopya- bireylerarasılığı esas alan bir toplum tasavvur etse de kapitalizm koşullarında böylesi bir toplum formunun yeniden üretiminin pek de mümkün olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Bireyselleştirilen, yalnızlaştırılan bireyleri bir araya getirebilecek ama sosyalist, komünist düşüncelerin doğmasına da izin vermeyecek başka bağlara ihtiyaç vardı. Neoliberal akıl, bu bağlamda önce aileyi odağına aldı. Bireyler değil aileler birbirleriyle yarışacak, aile fertlerinden biri yere düşerse diğer aile fertleri onu yerden kaldırabilecekti.  Aile aynı zamanda cinsiyet ve yaş temelli geleneksel hiyerarşilerin yeniden üretimi için de uygun bir formdu. Böylece kültürel muhafazakarlıkla iktisadi liberallik arasında sonuç veren bir ilişki kuruldu. Ancak bir noktadan sonra ailelerin sağladığı dayanışma da eşitsizliğin toplumsal yeniden üretim mekanizmaları karşısında kifayetsiz kalmaya başladı. Dinsel cemaatler, neoliberal yarışma toplumunda, eğitim, özel mülkiyet vb. bakımından dezavantajlı olan gruplar arasında toplumsal bağ yaratıcı olarak işlev görmeye başladılar.

-16. ve 18. yüzyıl arasında yapılan cadı avcılığının sermaye birikimini sağladığına dikkat çekiyorsunuz. Kadınların ‘cadı’ denilerek katledilmesinin nasıl bir iktisadi karşılığı var? 

Cem Özatalay: Kadınlara yönelik cadı avı kapitalist sermaye birikiminin erken evrelerinde karşımıza çıkan bir olgu. Aslında Marx, çalışmalarında ilkel birikimin kapitalizmin gelişimindeki işlevini, teolojideki ilk günahın işlevine benzetir.  Fabrikalarda işçilerin kitlesel olarak çalıştırılmasıyla ortaya çıkan artı değere dayalı sermaye birikimine geçilmeden sömürgecilikle başlayan zora ve gasp etmeye dayalı evreyi kastediyor Marx. Cadı avını, ilkel birikim ile ilişkisi içinde inceleyen Feminist araştırmacı Maria Mies, kadınların katledilmesine yol açan bir süreci, sömürgeci hafriyatçılıkla ve kölecilikle aynı kategoride değerlendirmek gerektiğine işaret ediyor.  Zira Protestanlığın ortaya çıktığı toplumlarda feodalizm çözülürken dul ya da hiç evlenmemiş kadınların ticarete girme özgürlüğü bulunuyor. Gerçekten de bu kadınlar ticarete giriyorlar, en az Protestan erkek tüccarlar kadar başarılı olmaya başlıyorlar. Ama bu durum o dönemki patriyarkal yapı için tehdit oluşturmaya başladığı ölçüde erkek tüccarları, hukukçuları, bilim ve din adamlarını kadınların püskürtmek üzere bir araya getiriyor. Cadı avı aslında Protestan inancına mensup, Weber’in kapitalizmin gelişimindeki rollerine işaret ettiği, modern burjuvaların önderliğinde başlıyor. Protestan kilisesi de burjuvaların peşine takılıyor, destekliyor cadı avını. O dönemin bilim insanları, hukukçuları, avukatları, hepsi erkek olan bu insanlar, cadı avı sayesinde kadının tekrar eve dönmesini ve onları evhanımlaştırmak suretiyle sermaye birikimi alanının erkeklere rezerve edilmesini sağlıyorlar. Diğer yandan Maria Mies cadı avının çok ciddi bir ekonomisinin de olduğuna işaret ediyor. Cadı avcıları servetlerini, cadı addederek mülklerine el koydukları kadınlardan elde ediyorlar. Yani cadı avı sayesinde kadın mülksüzleştiriliyor. İçerdiği şiddet düzeyi farklı olsa da 1915 Ermeni Soykırımı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu, Maraş Katliamı vb. gibi azınlık etnik ve dini gruplarını mülksüzleştirme politikalarıyla çok benzerlik gösteriyor. Mülküne el koyacağınız grubu önce gelenek, vatan, millet, din vb. gibi kutsallaştırılmış bir değere tehdit olarak damgalayacak ve itibarsızlaştıracaksınız, ardından da harekete geçeceksiniz. Bu mantığı özelleştirmelerde dahi deşifre edebiliriz.  Keza bugün göçmen ya da mülteci düşmanlığına baktığınızda, siz bir mülteciyi o kadar kırılgan bir alana ittiğiniz zaman onun patronuyla iş sözleşmesi, pazarlığı yapma gücünü de elinden alıyorsunuz. Kendini tehdit altında hisseden bir insan en düşük paralarla çalışmaya da rıza gösterebilir hale geliyor.

-Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin tarım politikalarını nasıl özetlersiniz? 

Deniz Pelek: Osmanlı’da tarımsal üretimi küçük toprağını işleyen bağımsız köylü aileler yapıyordu. Bu aileler hem kendi geçimlerini bu toprak üzerinden sağlıyor hem de devlete öşür vergisi ödüyorlardı. Yani devletin köylü ile ilişkilenmesinin en önemli yolu vergilerdi. Osmanlı rejiminde tüm tarım arazileri padişahın mülkiyeti altındaydı. Bu da özerkleşmiş bir büyük toprak sahipliğinin gelişmesini engelledi. Osmanlı devlet geleneğinde temel amaç, arazilerin miraslarla işlenemeyecek kadar küçük parçalara bölünmesini ya da devasa boyutlara ulaşmasını engellemekti. 19. yüzyılda toplam nüfusun yüzde 80’i kırda yaşıyordu. Cumhuriyet döneminde ise Birinci Dünya Savaşı ve akabindeki Kurtuluş Savaşı tarımsal işgücünde önemli bir kayba yol açtı, tarımsal üretimde yüzde 50’lere kadar düştü. 1930’larda devletin temel hedefi sanayileşmeyi sağlamaktı. 1930’ların sonuna geldiğimizde, İkinci Dünya Savaşı köylünün kaderini belirleyen en önemli gelişme oldu. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmedi; ancak, çok sayıda erkek askerliğe gönderildi. Bu nüfusun tarımsal üretimden çekilmesiyle toplam üretim düştü. 1943’te Toprak Mahsulleri Vergisi getirildi. Küçük üreticiler vergi yükü nedeniyle topraklarını satmak zorunda kaldı. Zor durumdaki üreticilerin topraklarını büyük toprak sahipleri satın alarak kendi arazilerini genişlettiler. 1950’lerde Türkiye’ye Marshall Planı çerçevesinde pulluk, traktör gibi araçlarla tarımda makineleşme ve verimlilik artışı sağlandı. 1960 askeri darbe sonrası çok partili rejime geçildiğinde, hükümet ithal ikameci sanayileşme modelini hedefledi ve bu çerçevede tarımsal ürünlerin ihracatına dayalı bir dış ticaret anlayışı hakim oldu. Adalet Partisi’nin tarım destekleri pazara dönük üretim yapan orta ve büyük üreticilerin işine yararken, tarım kesimindeki eşitsizlikleri derinleştirdi. Yani Osmanlı döneminde sadece vergi yoluyla kurulan ilişki, Cumhuriyet döneminde tarıma verilen destek ve kurumsal düzenlemeler yoluyla daha çeşitlendi.

-Neoliberalleşme Türkiye’de tarım politikalarını nasıl etkiledi?  

Deniz Pelek: 1980 sonrası ithal ikameci politikaların terk edilip neoliberal bir ekonomi anlayışı hakim oldu. Devlet piyasadaki düzenleyici ve kimi zaman koruyucu rolünü bıraktı ve artık serbest piyasa ekonomisinde “korunmasız” kalan kırsal sınıfların çözülmeye başlamasına sebep oldu.  Küreselleşmenin tarıma yansıması, uluslararası finansal kuruluşlar ile tarım şirketlerinin kırsal alana etkili müdahalesi üzerinden gerçekleşti. Bu dönemde, özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde hükümetlerin Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla girdiği ilişkiler çerçevesinde uygulanan politikalar tarımda yapısal dönüşümlerin gerçekleşmesi ile sonuçlandı. 1999 ve 2001 ekonomik krizleri sonrasında ise siyasi iktidar, ekonomik kriz baskısı altındayken aldığı ve alacağı borçları garantilemek amacıyla bir dizi IMF niyet mektubunda yasal düzenlemeler yoluyla tarımdaki neoliberalleşme hamlelerini gerçekleştirdi ve Tarımda Reform Uygulama Projesi başlatıldı. Bu çerçevede, tarımsal piyasaya devlet müdahalesinin sonlandırılması ve uzun vadede Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Çay-Kur, TEKEL gibi Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesi, kooperatiflerin Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması amaçlandı. Tohumculuk Kanunu ile de tohumlukların üretim, sertifikasyon, denetimi yabancı şirketlere bırakıldı ve büyük ölçüde dışa bağımlı bir tarım düzenine geçiş söz konusu oldu. 1990 itibarıyla tarım ürünleri ve tarıma dayalı ürünlerde ithalat ihracatı aştı. Yani, 1980’lerde tarımdaki yapısal değişim, Türkiye’yi net tarım ürünü ithalatçısı haline getirdi. 1980’de yüzde 56,1 olan tarımda çalışan nüfus oranı, 2023 yılında yüzde 14’lere kadar düştü.

-Yeni köylülük kavramından bahsediyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz, kim bu yeni köylüler? 

Deniz Pelek: Yeni Köylülük yaklaşımına göre köylüler geliştirdikleri kimi stratejiler ile ayakta kalmayı başarıyorlar ve çözümler genellikle sistemin dışından gerçekleşebiliyor. Örneğin, köylülerin kendi sosyal ağları ve dayanışma ilişkileriyle ekonomik zorlukları aşabiliyor, banka yerine birbirlerinden borç alıyorlar. Ayrıca bu yaklaşım “köylülük” tiplerinin çeşitlenmesinden önemle bahsediyor. Klasik olan kırdan kente göçün aksine, kentten kıra olan göçe odaklanıyor. Bu süreci yeniden köylüleşme olarak tanımlıyor. Örnek olarak, kent yaşamının zorluklarından kaçanları, emeklilik döneminde ya da daha öncesinde köye yerleşenleri düşünebiliriz. Bu çalışmalarda, yayla turizmi yapanların yeni köylülük kategorisi altında değerlendirilmesi söz konusu. Neoliberal küreselleşme döneminde çiftçilerin başvurduğu ya da uyum sağlamaya zorlandıkları başlıca çözümlerden biri ürün değiştirme stratejisi olmuştur. Küresel gıda piyasasında, gelişmiş ülkeler makineleşmiş ürünlerin piyasasını domine ederken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler yaş sebze ve meyve üretimine yönelmektedir. Büyük ve küçük çaplı üreticilerin ihtiyaç duyduğu mevsimlik işçiler bugün geçmişte olmadığı kadar heterojen bir profile sahip. Yerli Türk işçiler, Kürt işçiler, Roman işçiler, Gürcü işçiler, Suriyeli ve Afgan mülteci işçiler ile oldukça heterojen bir profile sahip olan mevsimlik işçiler çoğunlukla ait oldukları etnik gruba verilen farklı ücrete tabi oluyorlar. Farklı grupların varlığı da daha rekabetçi bir piyasa yaratırken, ücretleri de aşağı çekiyor. Ancak yeni köylülük literatürüne dayanan çalışmalar bu durumu açıklamada yetersiz kalıyorlar. Piyasa koşulları altında zorlanan küçük üretici aileler, düzenli bir ucuz iş gücü ihtiyacı içerisinde. Girdi fiyatları enflasyonla birlikte artmakta ve üreticinin kısabileceği tek kalem işçi ücretleri olmaktadır. Bu noktada, üretimlerini devam ettirmelerinde mevsimlik işçiler hayati rol oynamaktadır.