Erken Modern dönemde İngiltere’de yaşanan bir çitleme trendinin kilit rol oynadığı söylenir. Yün koyunlarının otlatılması için ihtiyaç duyulan araziler, kırsalda yaşayan halkın ortaklaşa işlediği arazilerinin kapatılmasıyla elde edilir. Kaynaklarını kaybedenler akın eder.

Sınır boyları

Sanem Su Avcı

Anlatılanlara göre, zamanında Bedreddin İsyanı’nı bastıran Osmanlı’nın mezaliminden kaçanlar, bugün Türkiye-Bulgaristan sınırının ayırdığı bu engin dağlara yerleşmişler. Şehirden köye memleket ziyaretine getirilen bir çocuğun gözünde bu dağlar hiçbir şeyin değişmediği, zamanın akmadığı, unutulmuş yerlerdi. Zaten çocuklukta, geçmiş o kadar da merak edilmez. Geçmişe olan ilgi, kişi kendi hayatı içerisinde akan tarihin farkına vardıkça gelişir. Ben de çocukken benden önce neler olduğuyla ilgilenmiyordum. Babamın doğduğu, bizden öncekilerin yaşadığı ve öldüğü köyü ziyaret ettiğimizde en çok gitmek istediğim yer, köyün çok yakınındaki Bulgaristan sınırı idi.


Sınır ilgimi çekiyordu. Çünkü gizemli, kuytu, heyecan verici bir yerdi. Pek çok cinsten ağacın ve türlü türlü hayvanın bulunduğu sık ormanın içinden geçiyordu. Haritada gözden kaçmayacak şekilde belirtilen kalın kırmızı çizgiyi ormanda bulması son derece zordu. Her araba oraya gidemezdi, herhangi biri sizi sınıra götüremezdi. Yanınızda bilen biri olmadan sınıra gitmeye çalışırsanız kaybolur, yanlışlıkla kendinizi Bulgaristan’da bulabilirdiniz. Bulgaristan tarafı da tıpkı bu taraf gibi sık, koyu bir ormandı. Sınırı ormanın içindeki on metrelik ağaçsız boşluktan, boşluğun ortasına kazılmış hendekten, eski bir gözetleme kulesinden ve her iki yüz metreye dikilmiş sınır taşlarından anlardık. Öte taraftaki böğürtlenlerden yemek için iki ülkeyi ayıran o hendeği aşmak biz çocuklar için büyük bir heyecandı. Biz sınırda koştururken büyükler bizi geri çağırır, “Askerler gelir, sizi götürürler” derlerdi korkutan bir sesle. Bulgaristan Doğu Bloku’ndayken sıkıca korunan bu sınır boylarında tarlalarını sürmeye çalıştıkları yıllar boyunca, askerden korkmaları gerektiğini öğrenmişlerdi.

Anlatılanlara göre o zamanlar, ülkelerinde ağır cezalara çarptırılmış birkaç Bulgar vatandaşından başka hiç kimse sınırdan geçmezmiş. Geçenler varsa da köylülerin bundan haberi olmazmış. Yıllar önce, büyükbabamla beraber tarlada çalıştıkları sırada onlardan yardım isteyen bir yabancıyı hatırlıyor amcam. Pandemi başladığından beri ilk kez yaptığım köy ziyaretinde, dağlardaki tarihi mezarları görmek için yola çıkmışız. Arabayı ben kullanıyorum. O anlatıyor. O henüz çocukmuş. Babası ondan yabancıyı alıp köye, takıma götürmesini istemiş. “Baksana ne iyi niyetli insanmış,” diyor hayret ifade eden bir sesle. Biz bugün o kadar iyi niyetli değiliz. Az önce durmamız için bize işaret eden iki genç adamın yanından geçip gitmişiz. Biraz daha önce, köy mezarlığının yanında güle oynaya yürüyen ve bize taksi soran gençlere iyi şanslar dilemişiz. İyi niyetimiz onlara yol vermekle sınırlı - “geçsinler gitsinler, burada kalmasınlar.”

Oysa gençler ormanda zorlu bir yolculuk için hazırlıklı değiller. Üstelik önlerindeki tek engel ağaçlar, çalılar ve vahşi hayvanlar değil. Suriye İç Savaşı’nın tetiklediği düzensiz göç dalgasına hızlı tepki veren Bulgaristan’ın Türkiye ile olan sınırına 2014 yılında inşa etmeye başladığı, dikenli tellerle örülü dört metrelik duvar, 2016 yılında tamamlandı. Avrupa basınında övgüyle alınan bu öngörülü eylemin sonucunda, 2016 yılından beri Istranca Ormanları ikiye ayrılmış durumda. Kanatları olmayan herhangi bir canlının bu dağlarda özgürce hareket etmesi artık söz konusu değil. Kaçakçıların sınıra en yakın asfalta getirip bıraktığı bu gençlerin muhtemelen durumdan haberi yok. Belki de haberleri var, paraları yok. Köylüler bazı kaçakçıların sınıra yüksek merdivenlerle geldiğinden bahsediyor. Bu riskli hizmet çok daha pahalıya satılıyor olmalı.

Tarihi mezarları ziyaret ettikten sonra sınır yoluna sapıyoruz. Toprak yol son yağmurlarla aşınmış. Tarlaların arasından ağır ağır ilerliyoruz. İki yanımızda böğürtlenler, kuşburnu ve gövem çalıları var. Sağda solda çitlenmiş araziler görüyoruz. Bu kadar çok arazinin çitlenmiş olmasına şaşırıyoruz. Kimsenin gelip geçmediği bu dağlarda kim, niye çit çeker ki arazisine? Sınırda beni bir başka sürpriz bekliyor. Çocukluğumun o gizemli mekânı artık bambaşka bir yer. Bulgaristan sınıra duvar örmeye ilk başladığında bunu düşmanca bir hareket olarak nitelendiren Türkiye, aradan geçen zamanda “bizim” taraftaki açıklığı genişletmiş. Sınıra inşa edilen son teknoloji gözetleme kulelerine görüş alanı sağlamak için epeyce ağaç kesilmiş, ormanın ortasından kablolar geçirilmiş.

Sınıra giden yolda eski bir mezarlığın yanından geçiyoruz. Amcam sınırın ötesinde bir yeri göstererek eskiden orada “bizimkilerin” yaşadığı bir başka köy olduğunu, bu mezarlığın da birkaç köyün ortak mezarlığı olduğunu söylüyor. Bir asır önce sınır çekildiğinden beri o mezarlık kullanılmıyor. Üzerinde yazılar olan eski mezar taşları çoktan define avcıları tarafından sökülüp götürülmüş. Daha önce hiç fark etmediğim bir şey fark ediyorum bu sefer. Küçük yaştan beri tanıdığım ve hiç değişmeyeceğini zannettiğim bu köy, bu dağlar ve bu orman da tarih dediğimiz şeyin bir parçası. Bir asır önce aynıların aynı yere gitmesinin öngörüldüğü bir çağda çizilen sınırlarla oluşan coğrafya bugün değişiyor ve başka bir anlam kazanıyor. Kaybedecek çok şeyi olanları kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardan uzak tutmak için örülen duvarlar, kaybedecek az bir şeyi olanların rızasıyla korunuyor. Sermayenin ve ona sahip olanların sınırlara takılmadan ülke değiştirdiği, fakat insanların ve hayvanların duvarlar içine hapsedildiği yeni bir dünya kurmaya çalışanlar var. Bu dağlar, hayvanlar, ağaçlar ve insanlar, hepimiz bu yeni tarihin içinde sürükleniyoruz.

Sınırdan köye doğru dönerken aklıma başka sorular geliyor. İstanbul’a giden şehirlerarası otobüse binebilecek miyim? Aşılarımı Türkiye’de yaptırmadım, acaba sistemde görünürler mi? Sınırı aşması mümkün olmayan o adamlar nereye gidecekler? Sınıra duvar çekildiğinden beri “bizim” tarafta yaban domuzu kalmadığını biliyorum. Üçüncü köprü inşaatı sırasında Boğaz’ı yüzerek geçmeye çalışan domuzların belki de bir bildiği vardı. Yakın geçmişte Rumeli’de barınamayıp Anadolu’ya kaçan pek çok nüfus gibi onlar da bir yaşam alanı bulmaya çalıştılar. Bulabildiler mi?

Tarihçiler kapitalizmin gelişiminde, Erken Modern dönemde İngiltere’de yaşanan bir başka çitleme trendinin kilit rol oynadığını söyler. Yün koyunlarının otlatılması için ihtiyaç duyulan araziler, kırsalda yaşayan halkın ortaklaşa işlediği tarım arazilerinin kapatılmasıyla elde edilir. Gıda kaynaklarını kaybeden köylüler şehirlere akın eder. Fabrikalarda iş bulabilenler kıt kanaat yaşar, bulamayanlar avare olur ya da kolonilere gitmek zorunda kalırlar. İlk modern zaman ütopyası olarak kabul edilen Ütopya’nın yazarı Thomas More bu süreci “koyunlar insanları yedi” diyerek tarif eder. Dikenli tellerin Toroslar’da Sarıkeçililer’in yollarını kestiği, Istrancalar’da yaban domuzlarını bitirdiği, insanların adlarına işlenmiş kodlar olmadan seyahat edemediği bu çağ belki bir başka devrimsel momentin çağıdır. Bu sefer bir pencere açabilecek miyiz?