Metroda ya da otobüste yan yana oturan iki kişinin dizleri çarpıştığındaki çatışmada birisi sınırı aşıp diğerinin alanına giriyor. Sınırı aşanın gerekçesi ise kendi açısından tatmin edici, “ben kendi alanıma sığamıyorum, ne yapayım?”

Sınır çatışmaları

TSK’nin operasyonu sonrasında “Arazime türbe inşaatı yapıldı” diyen Suriye vatandaşını gazete manşetinde görünce, sınırlarımızın nereden geçtiğine ilişkin bir dönem Kardak kayası ile güncelleşen uluslararası hukuk tartışmalarını, çoğu sınırların belirsizliğine ya da iyi belirlenmemişliğine bağlı sınır aşımlarından kaynaklı arazi ihtilaflarıyla dolup taşan taşra mahkemelerini, evimizin dükkânımızın kapısının önüne “başkası” arabasını park etmesin diye yapılan cambazlıklara uzanan bir dizi mülk ve sınır olayını akla getirmemek mümkün değil. Orada bitmiyor; trafikte şeridimize dalanlardan, bekleme kuyruklarında önümüze geçenlerden, alacağımızı ödemeyenlerden kendimizi korumak için yaptıklarımızı da sınırlarımızı olası ihlallerden koruma çabası olarak görebiliriz.

Metroda ya da otobüste yan yana oturan iki kişinin dizleri çarpıştığındaki çatışmada ise birisi sınırı aşıp diğerinin alanına giriyor. Sınırı aşanın gerekçesi ise kendi açısından tatmin edici, “ben kendi alanıma sığamıyorum, ne yapayım?”

Sınır koyma konusu çocuklarının aşırıya kaçan davranışlarını kontrol etmek isteyen anne babaların hem yapmak istedikleri hem de yaparken yüreklerinin (‘acaba biz mi aşırı kaçıyoruz? Ne olur sanki çocuk biraz aşırı kaçsa?’ düşünceleriyle) cız ettiği pedagojik uygulamalardan birisi. Buradaki tereddüdün, kısmen de olsa, sınırları zorlayan çocuklarla sınırları aşanları karıştırmanın ürünü olduğunu düşünürüm. İkisini de aşırılık olarak görsek de sınır zorlama “kuralları çiğnemeksizin” bir oyun oynamaya, sınır aşımı ise kuvvetin rasgele kullanımına (zorbalığa) veya sınırı tayin edememişliğe, bilememeye bağlanabilir. Sınırların net konduğu aile ya da okul ortamlarında yetişkinlere yük gelen konulardan birisi sınırların kendileri için de olması, sınır denetiminin (çocuğun yemeğini sofrada yemesini beklemek gibi) anne-babayı da kısıtlayıcı, keyiflerinin istediği gibi davranmalarına elvermeyici olmasıdır. O nedenle sınırları belirsiz bırakmak (evde ya da toplumda), keyfiliğe ve kendi önceliklerine göre davranmaya izin verir.

Sınırlardaki belirsizliği ülkemizdeki yasa maddelerinin Türkçe bozukluğundan kaynaklandığı izlenimini veren ama herkesin kendisine göre bir yöne çekmesini imkân tanıyan muğlak yapısında gözlenebilir. Herkesin gözü önünde kasten ve hiç yoktan adam öldürmek hafif bir suç gibi cezalandırılabilirken, protesto gösterisine katılmış ergene daha tehlikeli suçlar işleyebileceği gerekçesiyle ağırlaştırılmış müebbet cezası istenebiliyor. Cezasızlık ile insafsızca cezalandırma uygulamaları bir arada aynı çerçeve içinde olunca düzeni keyfilik ve muğlaklık ile karakterize bir toplumsal sistemde güvensiz, savunmasız ve kendi başına hisseden insanların sayısı hızla büyür.

Sınırsızlık ise (sınırların belirsizliğinden farklı olarak) iyi hissettirici bir fantezi sayılabilir. Sınırsız açık büfe ya da “limitsiz” yerli içki sözleri bizi ne kadar iyi hissettirirse, ilk iki içki dahil mönü şeklinde bildirilen bir yemek organizasyonu adeta her seferinde şişelerce içecekmişiz de engelleniyormuşuz gibi bizi rahatsız eder. Geçenlerde bu tür bir kutlama organizasyonun bildik ön tartışmalarından birisinde ‘iki içki sınırı’, hiç içki içmeyen bir arkadaşımızı bile başkalarının özgürlüğünün kısıtlanmasına katlanamadığı için rahatsız edince bazı yerlerde sınır lafının kaldırılmasının bir zararı olmayacağını düşündüm. Lafının kaldırılması (buradaki biyolojik) sınır’ın kendisinin kalkmasını doğurmayacağı için riski düşük bir karar da sayılabilir.

Sınırsız açık büfeye değinmeden bitirmeyelim. Cem Yılmaz parodilerinde olduğu gibi yiyemeyeceğimiz kadar yemeği tabağımıza istiflediğimiz adeta bir hayalin gerçekleştiği o büfelere artık alışılmış olması bizi şaşırtmasın. ‘Hepsi bu mu?’ sorusunun sorulduğu her sofrada bir açık büfe özlemi, ya da İngilizceden apartma ‘ne kadar yiyebilirsen ye’ uygulamasındaki gibi ‘limit/sizsiniz’ fantezisi vardır.
Çocuksu fantezilerimiz sofra ya da banka hesaplarımızdaki sınırsızlıkla bitecek gibi değil. ‘Hiç bitmesin’ dediğimiz güzel anların ‘haydi sonsuza kadar uzatalım’ dediğimizdeki ‘bayma’ riskini ise hiç azımsamamak lazım.

Kendi başımıza tüketip bitirebileceğimiz kaynakların sınırsızlığının hayalini kuranların ya da keyfini yaşayanların tadını kaçırmayalım. Kaynaksızlık da, beş parasızlık gibi, bir anlamda sınırsız kaynakla ortak yanlar taşır: iki durumda da hesap kitap gerekmez.
Muğlaklıktan bunalan ama esnekliğin ya da gerçek özgürlüğün yoruculuğuna da pek gelemeyecek olanlar mutlak ve değişmez sınır arayışlarına girerler. Her şeyin kesin ve tartışılmaz olduğu, kuralların oynamayı imkânsızlaştıracak denli sıkı olduğu kuru ve eğlencesiz baskıcı sistemlerinin dinlendiriciliğine (laftaki sınırsızlık arayışlarını hızla unutarak) teslim olmayı tercih ederler.

Toplumsal karmaşa ve kutuplaşma dönemlerinde düzenin adeta kasten muğlaklaşması, korumasız hisseden bireyleri bahçeler arasındaki şirin sınır çitleri yerine dikenli elektrikli telden sınırların olduğu bir toplumsal düzene doğru itebilir. Sınır deyip geçmeyelim.