Sessizce bekliyoruz... Bir tarla içinde, aynı kamyon kasasında, tıpkı kurbanlık hayvanlar gibi taşınan 20 insan. Ve ıslak ve soğuk ve karanlık her yer... Sessizce bekliyoruz... Farklı diller, farklı yüzler. Kamyon kasasında birbirine karışan dillerden, Kurmanci, Sorani, Arapça ve Afgancadan ses yok şimdi...

Her anına ölüm yazılmış bir yol bu

UMUT GÜNEŞ

Sancım... Çok fazla... Her şey daha yeni başlamışken korkutuyor bu sancı beni, ama dayanmalıyım, dayanmak zorundayım. Yola çıkarken bu kadar kötü değildim aslında! Neden başladı ki şimdi? Belki o kamyon kasasındaki sarsıntılı “yolculuk” yüzünden... Korku belki de, huzursuzluk, bilinmezliğin getirdiği tedirginlik! Nasıl geçilecek o nehir... Çocuklarım... Nasıl dayanacaklar bu yola, bebeğim tutunabilecek mi yaşama? Her gün yazılıp çizilen o haberleri okuduktan, gördükten, bildikten sonra, biz, yapabilecek miyiz?

Bu belirsiz yola çıkmadan önce gittiğim doktor, doğumun bir hafta içinde olabileceğini söylemişti. Buna rağmen düştüm yola, düştük ailecek... Ama ya yolda doğarsa, ya geri gönderirlerse bu yüzden bizi! Yazık ki defalarca karşı kıyıya geçmeyi başarsa da geri gönderilen, dövüle dövüle geri gönderilen insanları duyduk... Ne olacak, ne yaşayacağız bilmiyorum. Tek sığınağımız umudumuz ve tek bildiğimiz, artık dönmek istemediğimiz o topraklara... Bu yüzden her şeyimizi, tüm umudumuzu koyduk ya ortaya. Henüz doğmamış bebeğimiz... Belki de o sağlayacak tutunmamızı karşı kıyıya...

Eşim, iki küçük yavrum Dilxoş ve Muhammed ve doğmamış bebeğim... Bir kamyon kasasında, saatler süren bir yoldan, sözde yolculuktan sonra varıyoruz bir sınır köyüne... İstanbul’dan getiren kaçakçı, bir yol kenarında indirip burada bekleyen başka bir kaçakçıya bırakıyor bizi ve gidiyor. Gece yarısı, Kasım ayının ortası. Bir tarla içinde yürüyoruz bir süre. “Tamam, durun” diyor kaçakçı, “bekleyeceğiz burada!” O da değilmiş bizi asıl götürecek olan...

Sessizce bekliyoruz... Sancım çok, nefes almak bile zor geliyor... Ayakta duramıyor ve çöküyorum çiğ düşmüş otlar arasında, nemli toprağa... Hüzünlü, dertli, endişeli bir bekleyiş gecenin kör bir saatinde. Ne arıyoruz burada?

KAMYON KASASINDA BİRBİRİNE KARIŞAN DİLLER

Sessizce bekliyoruz... Bir tarla içinde, aynı kamyon kasasında, tıpkı kurbanlık hayvanlar gibi taşınan 20 insan. Ve ıslak ve soğuk ve karanlık her yer...

Sessizce bekliyoruz... Farklı diller, farklı yüzler. Kamyon kasasında birbirine karışan dillerden, Kurmanci, Sorani, Arapça ve Afgancadan ses yok şimdi...

Sessizce bekliyoruz... Eşim, bir kez olsun bırakmıyor elimi. Başım, dik tutmakta zorlandığım başım hep göğsünde onun. Ve çocuklarım... Kızım sekiz, oğlum yedi yaşında. Ama hayır, daha büyükler, daha olgunlar aslında. Ne zaman büyüdüler bu kadar... Neden gerekliydi ki bu! Gece karanlık, ıslak, soğuk... Ve çocuklarım burada, tanımadığımız bir ülkede, tanımadığımız insanların arasında, bir sınır köyünde, boş bir tarlada, Kasım ayının ortasında, uyumamak için zorlayarak kendilerini yola çıkacağımız zamanı bekliyorlar, sessizce... Neydi bu yaşta onlara bu sessizliği öğreten?

Ne kadar bekliyoruz bilmiyorum ama sonunda geliyor diğer kaçakçı. Yanında bir kadın daha var sanki, emin olamıyorum karanlıktan, açılmıyor aslında gözlerim acıdan... Sesini duyuyorum sonra, Türkçe bir şeyler konuşuyor kaçakçıyla, evet, Türkiyeli bir kadın...

Sonra, bir sayım yapılıyor o karanlıkta... Ve kaç baş olduğumuz hesaplanıyor koyun gibi! Aslında yaşamlardan değil rakamlardan ibarettik onlar için biliyorum, birimiz düşsek geride, boğulsak sularda sayılacak olan “baş” olacak yine de ve görülmeyecek “can”. Rakamlar önemli yalnızca alacakları paranın hesabı için, bizim gerçekliğimizse koskoca bir yalan!

Tekrar başlıyoruz yürümeye; söylenene göre Türkiye sınırında bir saat kadar yürüyüp nehri geçeceğiz bir botla, sonrasında da en fazla 3-4 saat daha yürüyüp bizi Atina’ya götürecek olan araca ulaşacağız... Ne kadar “basit” anlatmıştı kaçakçı! Sözde bu kısa (!) yoldu işte karnımda bebeğim ve iki küçük çocuğumla bize cesaret veren! Tıpkı yola düşüren “yaşama” isteği gibi... Ne kadar basit ve ne kadar insana dairdi her şey!

sinir-dan-gizlice-yunanistan-a-gecen-bir-khk-li-akademisyenin-hikayesi-1-her-anina-olum-yazilmis-bir-yol-bu-765151-1.



KAÇAKÇI EN ÖNDE, HEMEN ARKALARINDA İLERLEYEN AFGANLAR

Gece üç civarı olmalı... Yanımızda bir su kanalı... Tüm kıyı hattıysa tepeleme, yığma toprak. Kanalın kenarından, bu yığınların üzerinden yürüyoruz, yürümeye çalışıyoruz. Neden, bilmem! Belki kaybetmemek için yönümüzü! Ama çukur çukur olmuş toprak yağmurda ve sonra sertleşmiş kuru havada... Nasıl yürünür burada? Kaçakçı en önde, yanında Türkiyeli kadın, hemen arkalarında, tam diplerinden ilerleyen Afganlar... Onları Iraklılar ve Suriyeliler takip ediyor... Çocuklarım iki Iraklı genç adamın ellerinden tutmuş, onlarla yürüyorlar. Gerçi genç diyorum da onlara, ben de daha 28 yaşındayım işte. Ve en arkada biz, eşim ve ben... Ayaklarımda kalın çoraplar, bir de terliklerim! Sancım o kadar çok ki ayaklarımı kaldırmakta zorlanıyorum yürürken, o yüzden terliklerimi sürte sürte ardımdan, ilerliyoruz eşimle... İlerlemeye çalışıyoruz aslında. Kimsenin haberi yok hamile olduğumdan, yoksa kabul etmezdi kaçakçılar biliyorum, biliyoruz...

... bir yandan saklı utanır
ve bir yandan korkar
ölürüm deyi.
bir can daha çoğalacağız bu kış.
bebeğim, neremde saklayım seni?
Diyarbekir kalesinden notlar ve Adiloş bebenin ninnisi / Ahmed Arif

Eşimin sırtındaki çanta tam 26 kg, içinde bizimkilerle birlikte bebeğimiz için eşyalar (bebek çantası, battaniye, bezler ve emzik) var kimsenin bilmediği. Benim boynumda çarpraz astığım bir çanta, içindeyse biraz para... Eşimin koluna girmişim ama hayır, taşıyor aslında beni, kavramış belimden ve kolumun altından bir koluyla, ayakta tutmaya çalışıyor... Diğer elinde ise başka bir çanta, biraz yiyecek ve içecek...

Yürüyoruz bata-çıka, bu yığma toprak üstünde ve gittikçe soğuyan havada. Başım hep yerde ama yine de fark etmiyor ve çukurlarda birikmiş sulara basıyorum. O gece ilk kez fark ediyorum, su birikintilerinin olduğu toprak yolda yürürken; ay ışığı sayesinde bazı yerler parlak bazı yerlerse koyu görünüyor. Önce, sanki parlak yerler sudur oralara basmamalı diye düşünüyorum, ama sonra anlıyorum ki aslında parlak görünen yerler kuruymuş... Ve oradan yürünmeliymiş... Ama, ıslak artık ayaklarım, çok geç...

Kaçakçının sesi geliyor yine, kızıyor Iraklı adamlara yüksek sesle konuştukları için. Uzaklarda askeri kulelerin ışıkları. Birden upuzun bir ışık tarıyor tüm alanı. Hepimiz sessizce ve büyük bir korkuyla eğiliyoruz olduğumuz yerde, kaçakçının talimatıyla. Farkettiler mi acaba bizi, yoksa sıradan kontroller mi, anlamıyoruz. Bir süre sessiz bekledikten sonra, doğruluyoruz yerlerimizden. Bu anda botların şişirilmesini istiyor kaçakçı, erkeklerden. Nehre yaklaşıyoruz demek ki... Nihayet... İki koca lastik bot, bir pompa ile şişiriliyor, her birini dörder adam taşıyarak yola koyuluyoruz yeniden. Ancak kısa bir süre sonra, biz yürürken yine en arkadan, ileride tüm grubun yavaşladığını fark ediyoruz. Yanlarına varınca görüyoruz ki kenarları betondan upuzun bir su kanalı kesmiş önümüzü. Kenarları eğimli sözde ama yine de çok dik. İçinde de su var, az da olsa. Devletler iyi çizmiş sınırlarını! İki kaçakçı tartışıyor aralarında, ilk kez mi kullanıyorlar bu yolu, bilmiyorlar mıydı bu engeli! Geçilemeyeceğini anlayınca kanalın, dönüp sağa doğru, kanal boyunca yürümeye başlıyoruz bulabilmek için bir geçit. Bir köprüden bahsediyorlar, hemen yakınında bir kule olan bir köprüden! Çok sessiz olmamız gerektiğini, yoksa yakalanabileceğimizi söylüyorlar. Ve bizi uyarıyorlar. “Eğer ki yakalanırsak bizi ele vermeyeceksiniz, biz de kaçakmışız gibi davranacağız, yoksa sizi mahvederiz!”

KORKUYORUM, BİR SAAT DEMİŞLERDİ ÜÇ SAATTİR BEKLİYORUZ

Korkuyorum, henüz yeni başlayan ama gittikçe uzayan bu yolda. Bir saat demişlerdi ama belki üç saat oldu ve biz hâlâ yürüyoruz, bu kez grupla birlikte, onların hemen ardısıra... Çocuklarım bırakamaz, bırakmamalı çünkü, önümüzde büyük bir çeviklikle yürüyen o gençlerin ellerini, hiç değilse bu kanalı aşana, o gözetleme kulesini geçene kadar... Bu yüzden zorluyorum kendimi ve sıklaştırıyorum adımlarımı çocuklarımla kalabilmek için yan yana... Neyse ki çok geçmeden ulaşıyoruz, o köprü dedikleri, kanalın toprakla doldurulmasıyla oluşmuş geçide. Kule ne kadar yakınımızda şimdi! Ürkütücü bir an, tedirginliğimi bastırmaya çalışıyorum eşimin elini daha da sıkı tutarak... Çok sessiz ve hızlı adımlarla nihayet geçiyoruz kanalı, kuleyi ve ıssızlığa karışıyoruz.

sinir-dan-gizlice-yunanistan-a-gecen-bir-khk-li-akademisyenin-hikayesi-1-her-anina-olum-yazilmis-bir-yol-bu-765152-1.
Yolculuk sırasında doğan bebek.

Tedirginliğim, sancımla yer değiştiriyor... Dayanılmaz boyutta şimdi, yürüyemem daha fazla! Gitgide grubun gerisine düşüyoruz! Başlarda, özellikle o askeri kule civarında ara ara durup kontrol ediyordu herkes birbirini ama gün ağarmaya başladıkça acele ettiklerinden daha seyrek bakar oldular geriye! Ne yapacağız şimdi, nasıl yetişeceğiz onlara! Çocuklarım önde, bense dayanamıyorum artık ve çöküyorum yere geride! Eşim yanımda, elimi sımsıkı tutmuş yine, ben kıvranıyorum sancı içinde! Sanırım artık gelmek üzere bebek! Ama hayır, şimdi değil... Nehri geçmeliyiz... Askerlere yakalanmak, burada kalmak olmaz, olmamalı! Bu yüzden düştük ya yola... Sakın, şimdi olmaz bebeğim, lütfen!

yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil
Kırık bir kurşunkalemin şiiri/
Behçet Aysan

NEREDE ÇOCUKLARIM, NEREDE DİĞER İNSANLAR?

Gün iyiden iyiye ağarmış ve aramızdaki mesafe açılmışken iyice, son bir güçle ayağa kalkıyorum... Yürüyoruz, yürüyoruz büyük bir yalnızlıkta ve sessizlikte -sessizliği tek bozan peşimden sürüdüğüm ayaklarım. Peki nerede çocuklarım, nerede diğer insanlar? Bir süre sonra, birilerini fark ediyoruz önümüzde, Suriyeli iki kadın ve bir erkek, onlar da geride kalmış bizim gibi. Demek ki doğru yoldayız... Derin bir “oh” çekerek devam ediyoruz yürümeye, ama yok, ne başka kimseyi görüyoruz ne de bir ses duyuyoruz artık! Yürüyoruz yalnızca yan yana ve o kadar bilmiyoruz ki ne yapacağımızı, her birimize kalan birbirine eklemlenen, daha da yoran, artan yalnızlıklarımız oluyor, ta ki o kuru toprak, o çorak arazide yemyeşil sazlıklar ilişene kadar gözümüze...

Su, hayattı değil mi! İşte burada, tam bu anda, bunu anlatıyor o sazlıklar ve bodur ağaçlar bize... Ulaştık artık nehre... Hangi yöne gitmeli şimdi? Kıyısına yanaşabilsek aslında nehrin, belki göreceğiz diğer insanları ama ne mümkün ağaçlardan, sazlıklardan! Kaybolduk belki... Çocuklarım peki, çocuklarım nerede! Nefesim kesiliyor sanki! Eşim sakinleştirmeye çalışıyor, “belki de botları rahat indirebilecekleri bir yer bulmak için ilerlemişlerdir” diyor. Sonra da neden bilmem sağa dönüyor, diğerleri de itiraz etmeden geliyor peşimizden, nehir sol yanımızda şimdi. Gücümü toparlamaya çalışıyorum, yine ve yeniden... Daha hızlı yürümeliyiz çünkü, bir an önce bulmalıyız onları... Çocuklarımı kaybetme korkusu sarmışken tüm benliğimi, müthiş bir gürültü ile irkiliyorum! Tüm o sessizliği bozan, sarsan bir ses! Korkuyorum... Biri mi düştü nehre, ateş mi açıldı yoksa uzaklarda görünen askeri kulelerden? Sesler tekrarlanmaya devam ediyor ardı ardına...


Ağaçların seyreldiği bir yerde görünce nehri, anlıyoruz bu seslerin ne olduğunu. Pelikanlar! Koskocaman, bembeyaz kuşlar. “Balık avlıyorlar” diyor eşim, “kanatlarını suya sertçe çarpıp ilerleyerek balıkları korkutuyor ve kıyıya sürüyorlar” diyor. Her şeye rağmen yaşamın inatla devam ettiğini hatırlatıyorlar bize! Bir huzur kaplıyor yüreğimi kısacık bir an... Ve siliniyor hemen sonra...

yapraklarım yok artık kuşlarım yok
büsbütün viran oldu dağlarım
ezberimdeki türküler de savrulup gitti
ömrümün karşılığı kalmadı sesimde
sesimde yalnız ormanların gümbürtüsü
Kalbim unut bu şiiri /Ahmet Telli

Çünkü hala kimseler yok görünürde. Belki de yanlış yöndeyiz! Geri dönüyoruz, bu kez nehir sağ yanımızda, sol yanımızsa göz alabildiğine açık, düz bir arazi, aşıp geldiğimiz yol. Gücümün tükendiğini hissediyorum yine… Sakinleştirmeye çalışıyor eşim, eli elimde yine, “bulacağız” diyor “korkma”!
Yürüyoruz, yürüyoruz, yürüyoruz... Sonunda birinin arkamızdan koşarak geldiğini fark ediyoruz. Korkuyoruz önce, ama hemen sonra anlaşılıyor durum. Bizi aramaya çıkmış kaçakçılardan biri. Sevincimin tarifi yok şimdi. Kaçakçı söylene söylene ilerlerken hızlıca önden, biz de koşar adım takip ediyoruz onu. Vardığımızda nehir kıyısındaki insanların yanına, yan yana çökmüş, daha da küçülmüşken, narinlikleri kalmış, sessizlikleri dilsizliğe dönüşmüşken, korkuları gözlerinden taşmış, gözyaşları derya olmuşken buluyorum yavrularımı... Yürek dağlayan bir hasretle sarılırken onlar bana, öpüyorum ikisinin de gözlerinden...

bahar mührünü vurmuş leylaklar
açmış, uzansam bir kiraz dalı
içimde koşup duruyor bir maral
gelincik tarlaları çığlık çığlığa
Bir kiraz dalı/ Behçet Aysan

Sabah yedi civarı... Artık doğum yaklaşıyor sanki, aslında var daha zamanı, az da olsa. Ama bunca zaman yürümek ve çocukların korkusu sarstı sanırım iyice. Sancıdan kıvranıyorum, ve bu kez gizleyemem! Tam da nehir kenarına ulaşmışken, tam da karşıya geçmeye hazırlanırken, düşüyorum kıyısına, bize aslında çoook uzak olan bir nehrin! Ne Dicle’nin ne Fırat’ın... Taşıdığı acılarla geçtiği toprakları kanatan Meriç’in... Eşim oturuyor yanıma, ellerimi alırken avuçlarına, göz göze geliyoruz. Gökyüzü gözlerine inmiş sanki, gök olmuş, bulutlanmış... Kaçırıp gözlerini sarıyor beni, daha sıkı sarıyor güç vermek için, hem bana, bir de kendisine, biliyorum...