İngiltere’nin Ruanda ile imzaladığı göç anlaşması büyük tartışma yarattı. Gerçekten tiksindirici bir anlaşma ve “deniz aşırı kayıt merkezi” olarak dahi anılamayacak, resmen “kitlesel sürgün” anlamına gelen bir mekanizma.

Sınır egemenliği ve yeni emperyalizm

Kenan MALİK

Amerika’nın güney sınırı nerede? Haritaya baktığınızda Amerika’nın nerede bittiğini, Meksika’nın nerede başladığını görebiliyorsunuz. Trump’ın o meşhur duvarını inşa etmeye çalıştığı da yer de işte bu çizgiydi.


Justin Campbell ise haritaların yanıltıcı olduğunu, ya da en azından “hikâyenin yalnızca bir kısmını” anlattığını söylüyor. Tarihçi ve eski ABD askeri Campbell, bir zamanlar Altıncı Eylem Kuvveti’nde görev yapıyordu. 1989 yılında kurulan birimin başlıca amacı önce uyuşturucu ile mücadele oldu, 11 Eylül sonrasında terörle mücadele öncelik kazandı ve şimdilerde göç kontrolü faaliyetleri yürütüyor.

Campbell, ABD’nin güney sınırının o çizgide olmadığında ısrar ediyor. 1500 mil kadar güneye doğru, Meksika’nın Guatemala ile buluştuğu yere uzandığını söylüyor. Burada da aynı Meksika sınırında olduğu gibi ABD askeri görev yapıyor ve gümrük polisi ile birlikte göçmen trafiği yönetiliyor. ABD’ye geçme niyetinde olduğu düşünülenler derhal tutuklanıyor. Daha da güneye inebilirsiniz ve orada, Guatemala’nın Honduras ile buluştuğu yerde bir ABD sınırı daha göreceksiniz. Burada da ABD kuvvetleri göçmen trafiğini denetlemek için operasyonlar yürütüyorlar. Sınırlar İmparatorluğu kitabıyla ilgili bir mülakat veren Campbell, gazeteci Todd Miller’a şöyle dedi: “Bir sürü sınırdan söz ediyoruz, hepsi yüzünü güneye çevirmiş ve belli şeylerin kuzeye gelmesini engellemeye çalışıyorlar.”

Aynı soruyu Avrupa için de sorabiliriz. “Avrupa Birliği’nin güney sınırı nerede?” ABD sınırının Orta Amerika’ya ve ötesine uzanması gibi, AB sınırı da İspanya, Fransa, İtalya, Malta ve Yunanistan’dan oluşan Akdeniz kıyılarının aşağısına uzanıyor, Afrika’ya ulaşıyor. AB, sınır polisliğini yapmaları ve Avrupa’ya ulaşmayı hedeflediği düşünülen olası göçmenleri kontrol altında tutmaları için Kuzey Afrika’da ve Afrika Boynuzu’nda diktatörlere, savaş lortlarına, milislere ve suç çetelerine milyonlarca avro ödüyor. Sahil Kuşağı Özel Temsilcisi Angel Losa’da bu coğrafyadan “Avrupa’nın yeni sınır hattı” diye söz etti.

KİTLESEL SÜRGÜN

İngiltere’nin Ruanda ile imzaladığı göç anlaşması büyük tartışma yarattı. Gerçekten tiksindirici bir anlaşma ve “deniz aşırı kayıt merkezi” olarak dahi anılamayacak, resmen “kitlesel sürgün” anlamına gelen bir mekanizma. Tabii bu anlaşma bir anda yoktan var olmadı. Eski ABD Gümrük ve Sınır Koruma Birimi yöneticisi Alan Bersin, batının sınır algısında “devasa bir paradigma değişimi” olduğunu söylüyor. Batılı hükümetlere göre sınırlar artık “ülkelerin egemenliklerinin başladığı ve bittiği çizgi” olarak algılanmıyor. Sınırlar artık “İnsan ve mal hareketlerine sahne olan küresel yapılar” olarak tanımlanıyor. Ülkeler artık egemenliklerini haritada görülen bir çizgi üzerinde savunmaya çalışmıyorlar. Bunu egemenliklerini küresel ölçekte pratiğe dökerek yapmaya çalışıyorlar. Miller’ın kitabında açıkladığı gibi, ABD askerleri ve gümrük polisleri yalnızca Orta Amerika’da değil. Bu birimler Ekvator, Kenya, Kazakistan, Filipinler gibi birçok ülkede görev yapıyor ve Amerika’ya gelen göç akışını dizginlemeye çalışan küresel bir operasyon görünümü var.

“Göç krizi” sınırların en iyi nasıl korunacağı ve ülkelerin kendilerini krizlerden nasıl soyutlayacağı konuları son yıllarda hararetle tartışılıyor. İşin çelişkili yanı şu ki, varlıklı ülkelerin kendi sınırlarını koruma çabaları, yoksul ülkelerin sınırlarında istedikleri gibi cirit atmalarına dayanıyor. Yeni bir emperyalizm biçimi görüyoruz. Buna göre göç kontrolü, yoksul ülkelerin egemenliğini ayaklar altına alarak zengin ülkelerin egemenliğini güvenceye almak anlamına geliyor.
Küresel göç kontrolünün savunucuları buna “saçmalık” deyip geçiyorlar. “Yoksul ülkeler yoksul olabilirler fakat bağımsızlar ve kendi kararlarını almakta özgürler. Meksika ABD gümrük polislerini ülkesine gönüllü olarak kabul ediyor. Nijer AB ile gönüllü olarak işbirliği yapıyor. Ruanda daha fazla mülteci almaya istekli.”

Maalesef tüm uluslar kendi kararlarını eşit koşullar altında almıyorlar. Meksika, Nijer ve Ruanda egemen birer ulus fakat ABD, AB ya da Birleşik Krallık ile pazarlığa girişme güçleri, Amazon depolarında felaket koşullarda, yoksulluk maaşlarına çalışan işçilerin sahip olduğu güce benziyor. Serbest piyasa ve küresel ekonomi bu kişilerin “özgür tercihlerinin” ve “egemenliklerinin” boyunduruk altına alınmasına olanak tanıyan sayısız sebebi istediği gibi gizlemeye çalışabilir, fakat gerçekler değişmeyecek. Nijer’in Avrupa’nın göç laboratuvarı haline gelmesinin sebebi, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olması. Kendi nüfusuna oranla bakıldığında aynı zamanda en fazla AB yardımı olan ülke. Aldığı yardım karşısında Nijerli yetkililer, AB’nin göç politikası ile uyumlu iç politika kararları almak zorundalar. Haliyle Nijer ekonomisinin yapısı bozuluyor ve ülke vatandaşlarının kendi ülkelerinde istedikleri gibi seyahat etmelerine dahi engel olunuyor. AB, sağladığı tüm yardımı kendi göç önleme politikalarının desteklenmesine bağlıyor. Nijer ve AB arasında bir anlaşma imzalandı, fakat imzalandığı koşullar düşünüldüğünde Nijer’in egemenliğinden söz etmek oldukça güç.

Ya da Ruanda’yı ele alalım. İngiltere ve Ruanda arasında sınır dışı anlaşması imzalandı ve Muhafazakar Partili Daniel Hannan bir anda Ruanda aşığı kesildi. Ülkeyi “güvenli ve varlıklı” olarak andı ve anlaşmayı eleştirenleri “ırkçı tavır” sergilemekle, “Afrika ile ilgili önyargılara” sahip olmakla suçladı.

Ruanda 1994 yılında yaşanan soykırım sonrasında güçlü bir toparlanma gösterdi ve ekonomik açıdan da hızla gelişti. Fakat halen dünyanın en yoksul 25 ülkesi arasında ve İngiltere’nin kişi başına düşen milli geliri Ruanda’nın tam 50 katından fazla. Böyle bir anlaşmaya imza atmak tabii ki Ruanda’nın hakkı. Fakat Priti Patel ve Ruandalı mevkidaşı Vincent Biruta pazarlık masasına oturduğunda, eşit koşullarda mücadele ettiklerini iddia etmeyelim. Ya da Ruanda’daki insan hakları sorunlarını, Başkan Paul Kagame’nin muhalefete tahammülsüzlüğünü görmezden gelmeyelim. Ya da kendi nüfusuna oranla İngiltere’den beş kat fazla mülteciye ev sahipliği yapan, nüfus yoğunluğu İngiltere’den iki kat fazla olan Ruanda nasıl oluyor da daha fazla mülteci alabiliyor, İngiltere ise bunu neden katiyen beceremiyor merak etmeyecek miyiz?

SATILAN EMTİA

İngiltere kendi sorunlarını uzaklara ihraç edecek ekonomik güce sahip. Ruanda hükümetinin parasal ihtiyaçları ve siyasi gayeleri, insan hakları uygulamaları da düşünüldüğünde “daha insancıl” görünme fırsatı sunuyor. Şekillenen süreçte göçmenler küresel sahnede alınıp satılan emtia haline geliyorlar. Dünyayı zenginler ve dikenli tellerle çevrili uluslar için bölüyor, batının istemediği insanlara yoksulların baktığı yeni bir emperyalist düzene giriş yapıyoruz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Guardian