Sınır, mülteciler, uluslararası göç kavramlarını güncel siyasal tartışmaların merkezine taşımak, üretim ve değer zincirleri ile beraber özneyi, kollektiviteyi, iktidarı ve oluşu buradan hareketle okumak artık daha fazla ertelenemeyecek bir toplumsal sorumluluk olarak beliriyor.

Sınıra yaklaşmamak

CAHİDE SARI

90'lı yıllardan itibaren giderek belirginleşen uluslararası hareketliliğin oldukça çok nedeni ve sonucu bulunuyor. Savaş ve iç çatışmalar ile yoksulluğun başını çektiği bu küresel hareketliliğin günümüz siyasal yaşamını sarsarak ilerlediğini belirtmek mümkündür. Mevcut siyasal ve ekonomik kategoriler ile ele alınmaya sürekli direnen bu hareketliliği durdurmak yerine yönetmeye çalışmak şeklinde bir uluslararası çaba söz konusudur. Genel anlamda devletlerin, çeşitli nedenlerle yola çıkanları yönlendirmeye dayalı bir tutumu benimsediğini söyleyebiliriz.

Sınırda yoğunlaşan ancak sınırın her iki tarafına da taşan uygulamalarla genişleyen göç yönetimi, genel bir yasa dışılaştırmayla mültecilerin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları adına hak arama faaliyetleri önüne sınır çekerken diğer yandan mülteciler ve vatandaşlar arasındaki farkların (tam da en çok benzeşmeye başladıkları süreçte) derinleştirilmesi üzerinden ayrımcı bir söylemi meşrulaştırarak yoğun bir sermaye birikiminin gerçekleşmesini garanti altına alıyor. Türkiye’de özellikle 2015’ten sonra yoğunlaşan göçün ve işçileşen mültecilerin çalışma ve yaşam koşullarını aktaran akademi dışı kaynakların en önemlileri Ercüment Akdeniz’in Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Suriye Savaşının Gölgesinde Mülteci İşçiler (2014) ve Kor Kitap tarafından basılan Sekizinci Kıta- Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi (2021) isimli kitaplarıdır. Azınlığın güvenlik ve birikim “ihtiyacının” ancak çokluğun küresel çapta güvencesizliğe ve yoğun sömürüye maruz kalması ile elde edileceği varsayılıyor ve bunun sonucunda milyonlarca insan sürekli yeniden belirlenen asgarileştirilmiş haklarla güvencesizliğe mahkûm ediliyor. Mevcut siyasal hayatın kontrolünü mümkün kılan en önemli mekanizmalardan vatandaş olan ve olmayan arasındaki farka da dayanan bu siyasal haritanın sınırlarını sorun etmeden “doğru” bir siyasal bakış açısı edinmek çok mümkün görünmüyor.

Devlete ve sınıra referans veren ve her adımda onların varlığını onaylayan vatandaşlığın “doğru” siyasal öznelliği temsil ettiği kabulü karşısında mültecilik hep bir boşluğa, eksikliğe ve dışlamaya denk düşürülüyor. Gerek vatandaşlık statüsüne sahip olanlara yönelik asgari ücret uygulamalarında, gerek bu statüden yoksun olanlara yönelik ayrımcı ve dışlayıcı politikalarda karşımıza çıktığı gibi, hayatlarımıza, ücretlerimize çekilen tüm sınırların işlevi, iktidarın kontrol mekanizmalarının etkin bir biçimde işlemesini sağlamaktır.

Mültecilerle ve hakları tam anlamıyla tanınmayan ya da hakları günden güne eriyen diğer gruplarla ilişki kurma biçimimizin, devletlerin çizdiği çerçevede gerçekleşmesi ve bununla yetinilmesi siyasal açıdan oldukça sorunlu ve kısıtlayıcı bir yaklaşımdır. Sınır üzerinde çalışan kontrol mekanizmalarının, bugün tüm toplumsal içerme, toplumsal dışlama ve genel güvencesizleştirme süreçlerinin önemli bir parçası olarak, bu süreçlere çok daha derinden eklemlendiğini, onları yönlendirdiğini ve onlarla birlikte çalıştığını belirtmeliyiz. Sınır, mülteciler, uluslararası göç kavramlarını güncel siyasal tartışmaların merkezine taşımak, üretim ve değer zincirleri ile beraber özneyi, kollektiviteyi, iktidarı ve oluşu buradan hareketle okumak artık daha fazla ertelenemeyecek bir toplumsal sorumluluk olarak beliriyor. Türkiye’de hem Türkçe hem de çeviri kaynakların azlığı ve yetersizliği, bu türden bir okumayı mümkün kılacak görme biçimlerinin henüz ortaya çıkmadığının -ya da kısıtlılığının- en önemli göstergelerindendir.

Milyonlarca mültecinin sığındığı bir ülkede, kavramsal tartışmaların insan hakları çerçevesine sıkışıp kalması mevcut siyasal sözlüklerin iş görmediğini ve pek çok temel kavrama ilişkin içeriğin gözden geçirilmesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Zengin tartışmaları içeren Türkçe kaynakların bulunmayışını siyasal bir sorun olarak netleştirmek gerekiyor. Avustralya’daki sınır kontrol rejimlerinin, AB ve Meksika-Amerika sınırlarının ülkedeki “iç” siyaseti dönüştüren etkilerinin aktarıldığı çok sayıda çalışmanın çevrilmesinin sadece mültecilere ilişkin mevcut bakış açısını değil iktidar, özne, kollektivite gibi son derece siyasal kavram setlerimizi de sarsacağı kesindir. Benzer çalışmaların çevrilmesinin mevcut kısıtlı tartışmaları zenginleştireceği kesindir ancak bu alana dair siyasal ilgisizliği tek başına gidermesi mümkün değildir.

Aslında 90’lı yıllardan itibaren giderek belirginleşen ve her düzeydeki hareketliliğin eşlik ettiği güvencesizleşme süreçlerine dair tartışmaların biraz da bu hareketlilik ekseninde ele alınması bugün mülteci ve göçmenlere ilişkin tartışmalar açısından çok daha uygun bir zeminin bulunmasına katkı sunabilirdi. Güvencesizlik ve vatandaş olmamak mevcut siyasal haritanın en çok yıpranan ve en çok aşınan (belki de en çok değişen) yerlerine işaret eden göstergelerdir.

Göçmen emeğinin yanı sıra vatandaşlığı olanların da her sektörde çok daha fazla güvencesiz çalışma ve yaşam koşullarına itildiği, mevcut örgütlenme biçimlerinin yeni saldırılar karşısında etkisiz kaldığı ve bu anlamda yeni arayışların da ortaya çıktığı ve tartışıldığı bir dönemin ardından ülkemizde bu iki konunun toplumsal hareketler içerisinde yeterince ilgi görmeyen başlıklar olduğunu söylemek mümkündür. Güvencesizliği değişen çalışma koşulları bağlamıyla sınırlamayıp siyasal anlamıyla ele alan çalışmalar bu konuda son derece ufuk açıcıdır.

Mülteciler ve sınıra ilişkin kaynaklarımızın olmamasına benzer biçimde kayıt dışı olarak çalışmak, çöplerden atık toplamak, traktörünü satmak, köyünü zor yoluyla terk etmek durumunda kalan milyonlarca emekçinin örgütlenme koşullarına ilişkin deneyim alanımızın ve bu deneyimlerin aktarıldığı kitaplarımızın olmaması en az yirmi - otuz yıldır ısrarlı biçimde bir takım “görmeme” biçimleri geliştirdiğimizi ortaya koyuyor. Bilindik yasal çerçevenin dışında kalan özneleşme süreçleri ile ilişkilenmekten kaçınmanın siyasal anlamı üzerine gerçekten düşünen ve bu muhafazakâr noktadan kaçış hatları çıkaran bakış açılarına ihtiyacımız giderek belirginleşiyor.

Bir alana ilişkin bakış açıları ve kavramlar toplumsal mücadeleler içinde oluşur ve bu mücadeleler mevcut temsilleri yerinden eder. Mevcut temsillerin sıkıştırdığı alanın ötesine taşmaya cesaret edenlerin deneyimleri biliyoruz ki tekrarlanamaz ancak oldukça öğreticidir.