Özel mülkiyet açısından iki dönüm noktası var: Birincisi yerleşik hayata geçiş, ikincisi de besinlerin depolanması. Çevreleme ya da çitleme diye bilinen, ortak kullanılan ve kolektif işlenen toprakların kişilerce zapt edilerek özelleştirilmesi süreci de bu şekilde başlıyor.

Sınırlar, duvarlar ve özel mülkiyet

Mert Karaca

Amerika Birleşik Devletleri ve Batı emperyalizminin; doğal kaynakların sömürülmesi, ucuz işgücü ve savaş ticaretine dayalı ilerlemelerinin bir sonucu olarak yüz yılı aşkın süredir siyasi ve ekonomik açıdan istikrarsızlaştırılan Ortadoğu ülkelerindeki insani trajedilerin bir yenisine Afganistan’da şahit oluyoruz. Bundan yaklaşık kırk yıl önce, ABD’nin Afganistan’daki radikal İslamcı grupları Sovyetler Birliği’ne karşı silahlandırmasıyla başlayan süreç, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte boşalan politik alanın siyasal İslamcı iktidarlarla, terör hücreleriyle ve uyuşturucu baronlarıyla dolmasıyla sonuçlandı. Bu süreçte otoritesini ve meşruiyetini artıran birçok radikal İslamcı terör örgütü, küresel ölçekte yakıcı sonuçlar doğuran eylemlere imza attı. Bunlardan belki de en ‘popüler’ olanı, El Kaide’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlediği saldırıdır. Bu terör saldırısı sonucunda ABD’nin Ortadoğu’daki politik ve ekonomik mevcudiyetinin yanına askeri mevcudiyet de eklemesi meşrulaştı. O günden bugüne gelinen noktada ABD, Afganistan topraklarında birçok sivilin ölmesine, yaralanmasına ya da yerinden edilmesine neden oldu. Yerleşim yerleri kullanılamaz hale geldi ve sivil halktaki huzursuzluk tepe noktasına ulaştı.

ABD’nin gerek dış politika gerekse uluslararası hukuk açısından hiçbir şekilde açıklaması olmayan bu girişimi yine benzer şekilde bir geri çekilmeyle son buldu. Afganistan’ı radikal İslamcı terör örgütü Taliban’a adeta peşkeş çeken ABD arkasında büyük bir yıkım ve insanlık dramı bırakarak apar topar evinin yolunu tuttu.

Bu sürecin en katastrofik sonuçlarından biri de Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru başlayan göç dalgası oldu. Burada tartışılabilecek çok fazla konu mevcut elbette. Bunların başında da Saray rejiminin Avrupa Birliği’nden aldığı rüşvet karşılığında geliştirdiği göçmen politikası geliyor. Erdoğan güya göçmenlerin entegrasyonu ve güvenliği için aldığı bu kaynağı kendine ve yandaşlarına aktarırken; ülkedeki mültecileri de milliyetçi nefretin önüne, açlığın ve sefaletin ortasına, güvencesiz ve ucuz emek gücü olarak patronların pençesine atıyor. Fakat ben bu yazıda bunlara değinmeyeceğim. Bu konuda birçok önemli makale yazıldı ve yazılmaya da devam ediyor. Benim odaklandığım şey, son zamanlarda sıkça duyduğumuz ‘sınır’ fenomeninin ve yakın zamanda ABD, Türkiye ve son olarak da Yunanistan’da gördüğümüz ‘duvar’ örme pratiğinin özel mülkiyet kavramıyla olan köksel bağı olacak.

Öncelikle sınırların ve duvarların iki fonksiyonu olduğundan bahsetmem gerek: (1) İstenmeyen unsurları dışarıda, (2) değerli kaynakları içeride tutmak. Bunlar birbiriyle yüksek ölçüde ilişkili olsalar da ontolojik olarak farklı iki olgu. Örneğin, Çin Seddi sadece bir savunma mekanizması olarak değil, aynı zamanda işgücünün, doğal kaynakların ve İpek Yolu’ndaki ticaretin kontrolünü sağlayan bir muhafaza mekanizması olarak da kullanılmış. Günümüzde Türkiye’nin sınır politikası da daha çok içeride tutma fonksiyonu üzerine şekillenmekte. Göçmenler özelinde uygulanan politikalar ya da gençlere verilen yurtdışına çıkma yasağı cezaları bu fonksiyonun somutlaştığı en bariz örnekler. Buradan yola çıkarak söylemek mümkündür ki bu politikalar Batı medeniyetlerinin sınırların ‘dışarıda tutma’ fonksiyonunu ön plana çıkarmasının bir sonucu. Çünkü bir bakıma, Türkiye’nin göçmenleri içeride tutması demek, Batı’nın da göçmenleri dışarıda tutması demek. İşte Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki bu göçmen karşıtlığı ve istenmeyen unsurları dışarıda tutma çabasının temelinde, tarihsel olarak kemikleşmiş olan özel mülkiyet kavramının etkisi mevcut.

Özel mülkiyet kavramı açısından tarihte çok önemli iki dönüm noktası var: Birincisi yerleşik hayata geçiş, ikincisi de besinlerin depolanmaya başlanması. Sosyal bilimlerde çevreleme ya da çitleme diye bilinen, ortak kullanılan ve kolektif bir biçimde işlenen toprakların kişiler tarafından zapt edilerek özelleştirilmesi süreci de bu şekilde başlıyor. Bu süreç insanın doğayla ve diğer insanlarla olan ilişkisini de kökten değiştiriyor. Hayatta kalma dürtüsü yerini biriktirmeye, işbirliği pratiği de yerini rekabete bırakıyor. İnsanlar için yeni olan bu ‘kendini ve toprağını diğer insanlardan koruma’ kaygısı duvarların örülmesine ve orduların kurulmasına vesile oluyor.

Burada özel mülkiyet kavramıyla ilgili bilmemiz gereken en önemli şeylerden biri, bu kavramın kökünde anlık ihtiyaçların karşılanmasından ziyade geleceğin teminat altına alınması motivasyonunun bulunması. Bu anlayışın temellendirilmesinde kullanılan ana akım meşruiyet söylemiyse dünyadaki kaynakların sonlu oluşu. Bu kaynakların herkesin ihtiyacını karşılamaya yetmeyeceği algısı bireyler arası rekabet olgusunun da doğuşunu beraberinde getiriyor. Gelecek vurgusu yapmamdaki neden de bu. Genel geçer inanışa göre bugün hepimize yetecek kadar kaynak olsa bile, yarın torunlarımızın hepsine yetecek kadar kaynak olmayabilir çünkü bu kaynaklar sınırlı miktarda mevcut. Burada benim asıl ilgi çekici bulduğum nokta, bu anlayışın hukuk sistemini ve toplumsal yapıyı nasıl dönüştürdüğü. Özel mülkiyetin ‘kısıtlı kaynaklardan mahrum kalmayı önleme’ gibi bir fonksiyonu olduğundan, miras ve aile de buna paralel olarak önem kazanıyor. Modern hukuk kurumları, mülkiyetin korunmasını ve mirasçılara aktarılmasını güvence altına alma fonksiyonu etrafında şekilleniyor. Buna ek olarak dinler gibi sosyal kurumlar da aile kavramını kutsallaştırarak bu aktarımın biçimi ve dinamikleri konusunda doğabilecek tartışmaları bertaraf ediyor. Ve tabii ki, belki de en önemlisi, politik egemenler olarak devletler de gerek iç düzenlemelerine gerekse dış ilişkilerine duvarlar örerek bu mülkiyet sisteminin korunması doğrultusunda yön veriyorlar.

İşte sınırlarına duvarlar ören Batı ülkelerinin en temel motivasyonu bu. Avrupa Birliği’nde güçlenen sağ popülist siyasi hareketlerin, İngiltere’yi AB’den çıkartan toplumsal yönelimlerin ve ABD’deki ırkçı, cinsiyetçi ayrımcılığın kaynağı olan devlet yapısının büyük ölçüde destek görmesinin nedeni özel mülkiyeti koruma kaygısından başka bir şey değil. Bu ülkelerin özel mülkiyeti koruma kaygısı taşıyan varlıklı vatandaşları; yüzyıllarca sömürdükleri, köleleştirdikleri, gasp ettikleri insanlarla kendi kaynaklarını paylaşmak istemiyorlar. Kan ve gözyaşı üzerine kurdukları sözüm ona medeniyetlerini koruma gayeleri aslında bu insanların bugünlerinden çalarak güvence altına aldıkları geleceklerine yönelik en ufak bir potansiyel tehdit unsurunu bile ortadan kaldırma çabası. Özel mülkiyete dayalı bireysel refah kaygılarını, bu kaygıları manipülasyonlarla kaşıyan sağcılara siyasi otorite sağlayarak bertaraf etmeye çalışıyorlar. Evlerini bombalayarak mülteciliğe mecbur bıraktıkları insanlardan elde ettikleri bu refah sayesinde etrafını çitlerle çevreledikleri, adil bir dağıtımda paylarına düşecek olandan çok daha büyük toprak parçalarında kendi çıkardıkları savaşın mağduru olan insanlar yaşayacak diye ödleri kopuyor.

Doğal kaynakların özel mülklere, bu mülklerin sermayeye, sermayenin de satılabilir metalara dönüştürüldüğü bir Dünya’da sınırlar da duvarlar da kaçınılmazdır.